Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sentetik kötü



Toplam oy: 1115
Ferat Emen
Everest Yayınları
Farklı bağlamlarda ve farklı imkanlar kullanarak “kötü”nün denendiğini görmek güzel bir edebi fırsat.

Bizim edebiyatımızda “kötü” yok mu? Edebiyatımızda neyin olmadığına dair yorumları sık sık duyarız. Genelde olmayan üzerine, eksik üzerine düşünmek adettendir. Edebiyatımızın eksikleri, çocukluğu, büyümeyişi, taklit oluşu… Bunlar çoğaltılabilir. Eksiklik görme temayülü zaman zaman rahatsızlık verse de bu tezlere karşı çıkmak çok da kolay değil. Özellikle edebiyatta kötülükten bahsederken akla yerli kaynaklar gelmiyor. Akla ilk gelenler Baudelaire, Sade, Bataille ve bu isimleri takip ederek gelişen yeraltı edebiyatı oluyor. 

 

Kötü/kötülük/kötücül tartışmasını gündemime sokan Ferat Emen’in Perihan’la Alakadarlar Cemiyeti adlı ikinci kitabı. Öykülerin kendileri kadar yazarın her iki kitabının da arka kapağında yer alan “kötü”ye dair vurgular; kötülüğe ya da kötücüle dair beyanlar da bunları düşündürüyor. 

 

Kitabın öyküleri içinde ilerlerken aklımda hep Nurdan Gürbilek’in “Kötü Çocuk Türk” adlı yazısı dönüyor.  Türk edebiyatından bahsederken taklit, gecikmişlik gibi kavramlara sıklıkla yaslanan Gürbilek, yazdıklarının zihin açıcılığını bir kere daha ortaya koyan “Kötü Çocuk Türk”te de “Türk edebiyatının kötü kahramanının zorunlu olarak bu gecikmişliğe doğduğunu anlatıyor: “[Şerif] Mardin’e göre, ‘daemon’u Türkçeye çevirirken karşılaştığımız zorluk, insandaki bu karanlık yönün bu topraklarda, geleneksel kültürde olduğu kadar çağdaş kültürde de ‘örtülü kalmış bir insan davranışı ekseni’ oluşturduğunu gösterir. İnsanın hem yaratıcı hem kahredici gücünün ortak kaynağı olan ‘daemon’un kabul edilmediği, maskelendiği ve yalnız ‘kötü’ ile bir tutulduğu uygarlıklarda edebiyat ve sanat yüzeysel kalmaya mahkumdur.” 

 

Nurdan Gürbilek’in kötülük üzerine düşündüğü bu yazısındaki pek çok tespit ve alıntı Perihan’la Alakadarlar Cemiyeti’ni okurken metinler karşısında boşa düşmekten, kararsız kalmaktan kurtarıyor okuru.  Ferat Emen’in kalemindeki pırıltı, metinlerindeki akış bir yana, öyküleri okurken insanın zihninde bunlar dönüyor. Dikkat dağıtıcı olarak değil bilakis kafa açarak. 

 

Emen, okuru bağlamayı iyi kıvırıyor. Kitap bir öykü, bir öykü daha derken hızla ilerliyor. Ancak Gürbilek’in desteğiyle sorduğumuz soruyu da hep aklımızda tutmamıza vesile oluyor. Edebiyatımızda “kötü” olmak beceriliyor mu? İtalikle ayırdığı öykü öncesi bölümlerden birinde, yazarın kendi yapıtını anlattığı parçada söylediği gibi, bir laboratuvardaki deneylerin ardından bize sunulduğu izlenimini veriyor öyküleri: “Okuduklarınız, bir faninin ‘sentetik edebiyat’ denemesinin başarısız bir örneğidir. Sağda solda kurcaladığı gerçek hayat parçacıklarını laboratuvarında bir araya getirmesi, onlardan kurgusal hayat formları çatma çabasıdır.”

 

Yazarın kendisini anlatan bu satırları hem bizi neyin beklediğine dair –laboratuvarda bir araya gelen parçacıklar- hem de onun hünerine dair ipuçları veriyor. Yazar, “Ben buyum, meramım bu, hikayem bu” dediği satırlarda dahi metnin içinde kör gözüm parmak gezinmiyor, dolayısıyla kendi metninin  içinde dolanan yazar rahatsızlığı hissettirmiyor okura. Ancak yazarın kötüyü anlatma çabaları ve bizim edebiyatımıza geciken kötü kahramanı, kötülüğü yetiştirme gayreti öyküleri zaman zaman hikayesizleştiriyor. 

 

Yazarın duyarlılıklardan sıkılmış, fevri tavrı, hoyrat olmak pahasına söyledikleri her şeyden sıkılmışlığın, yalnızlığın tezahürleri olarak çıkıyor bazı öykülerde: “Kaplumbağaları hiç sevmiyorum. Deniz kaplumbağalarını da.  Anne babaların evlatlarına doğa sevgisini aşılama gayreti sinirime dokunuyor da ondan.”

 

Kötülüğünün en natürel haliyle ve daha ustaca, tumturaklı bir şekilde karşımıza çıktığı öykülerden biri “Bedava Muayene”. Dozajı fazla artırmadan, gündelik hayatın seyri içinde akan hikaye, hakir görme ile görülme arasında ilişki kurarak aciz ile mütecavizi başarıyla göz önüne çıkarıyor. “Bedava Muayene”, kısa süre önce göz doktoru akrabası Özlem Sunar’ın laminant parkelerini döşeyen sekiz çocuklu, Siirtli Kemal Top’un hikayesi. Kemal Top kızlarından birini, hısmı Özlem Sunar’a muayeneye getirdiği zaman çıkıyor karşımıza. Hikayesi de bizim için, hastaneye girmeleriyle başlıyor.

 

“Bankonun arkasında bir kızla oğlan oturmuş sohbet ediyordu. ‘Biz Özlem Hanım’a bakmıştık’ dedi. Kız ‘Hastası mısınız?’ diye sordu. ‘Randevunuz var mı?’ ‘Ben yakınıyım,’ dedi.”

 

Hikaye hastanedeki bekleyişle devam ediyor:

 

“Bekleme odasında bir ihtiyar, beyaz deri kanepede el ele tutuşmuş genç bir çift vardı. Kemal boştaki sandalyeye ilişti, kızlar ayakta bekledi. … Şu koskoca evrenin hiçbir yerine sığmayan hacimleriyle.

 

 

Yirmi gitti, yirmi bir geldi. Otuz iki gitti, otuz üç geldi. Kemal ve avanesi, Doktor Özlem Sunar’ın bir mucize eseri dışarı çıkmasını, kendilerini tanımasını bekledi. Bankodaki kız arada bir geliyor, sehpanın üzerindeki dergilerden birini alıyor, dalga geçer gibi Kemal’e bakıyor, geldiği yere geri dönüyordu. Aslında o da neredeyse karbon kopya başka bir batakhanenin kanalizasyon çiçeğiydi, burada Kemal Top familyasını kışkışlamak için asgari ücrete fit oluyordu.”

 

Farklı karşılaşmaları anlatan, karşılaşanları çarpıştıran bu satırlar bize kötünün, mutsuzluğun resmini daha iyi çiziyor. Varsın, “kötü” bize gecikmiş olsun; okur olarak benim tercihim, doğal haliyle, sakin ve ağırdan gelen “kötü”yü yine samimi bir hikaye akışı içinde görmek, karşılamak. Farklı bağlamlarda ve farklı imkanlar kullanarak “kötü”nün denendiğini görmek güzel bir edebi fırsat. 

 

 


 

 

* Görsel: Burcu Günister

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.