Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sermaye ve güç küreselleşirken



Toplam oy: 1161

2000’li yıllarda İskandinav ülkelerinde polisiye edebiyatın yükselişine tanık oluyoruz. 1960’lı yıllarda İsveç’te Maj Sjöwall ve Per Wahlöö’nun Martin Beck dizisi ile başlayan sürecin bugün ulaştığı noktada artık uluslar arası bir başarıdan söz etmek gerekir. Hemen her ülkeye çevrilen, TV dizileri ve sinema uyarlamalarıyla milyonlara ulaşan İskandinav polisiyelerinin lokomotifliği son birkaç yıldır Stieg Larsson’un Ejderha Dövmeli Kız'ındaydı. Ancak polisiye severler için bu edebiyatın yıldızı, Sjöwall ile Wahlöö’nun gerçek mirasçısı Henning Mankell’dir.

 

 

Mankell ilk polisiye romanını 1991 yılında yazmış, roman İngilizceye 1997’de çevrilmişti. 2000 yılından bu yana Mankell polisiyeleri Türkiye’de de yayımlanıyor.

 

Ölümün Karanlık Yüzü (2000), Beyaz Aslan (2000), Yanlış Yol (2002), Beşinci Kadın (2002), Bir Adım Geriden (2003), Riga’nın Köpekleri (2006), Dans Öğretmenin Dönüşü (2006), Ayazdan Önce (2008), Kennedy’nin Beyni (2009) ve Pekin'den Gelen Adam (2012)…

 

 

 

 

 

 

 

Siyasi Polisiye

 

 


Yukarıda adı geçen romanların önemli bir bölümü Kurt Wallander’in maceralarını anlatır. Son yayımlanan Pekin'den Gelen Adam ise diğerlerinin kurgu açısından biraz farklı, buna karşılık Mankell’in siyasi ve toplumsal tavrı biraz daha öne çıkmış. Aslında Maj Sjöwall ve Per Wahlöö ikilisinin belki de en önemli mirası işte bu tavır, İsveç polisiyelerinin ortak paydası İsveç toplumuna dair gerçekçi bir sorgulayıcı bakışla yazılmalarıdır. Bu durum kuşkusuz yazarların siyasi ve toplumsal bilinciyle ilişkili. Nitekim Hanning Mankell, yazarlığı kadar siyasi duruşuyla da tanınan bir entelektüel.

 

 

Mankell 3 Şubat 1948'de İsveç'in kuzeyindeki Härjedalen'de doğdu. On yedi yaşında Stockholm'e giderek Riks Tiyatrosu'nda yönetmen yardımcısı olarak çalışmaya başladı. 1968'de yönetmenliğe, yazarlığa ve siyasete adım attı. Sosyalist bir aktivist olarak Vietnam Savaşına, Güney Afrika’nın apartheid rejimine ve Portekiz'in Mozambik sömürge savaşına karşı eylemlerde yer aldı. 1970'lerde Norveç’e taşındı ve Norveç Komünist Emek Partisi’ne destek verdi. İlk romanı Fångvårdskolonin som försvann (Kaybolan Esir Kampı) 1979'da yayımlandı. 1985'te Maputo'da bir tiyatro topluluğu kurmak üzere aldığı davet sonucu gittiği Mozambik ikinci vatanı haline geldi. 1990-98 yılları arasında yazdığı, kahramanı Komiser Wallander olan polisiye romanlarla dünya çapında ün kazandı. Bunların yanı sıra Afrika'da geçen romanlar, tiyatro oyunları, çocuk ve gençlere yönelik kitaplar da yazdı. 2001'de İsveç'te kendi yayınevi Leopard Förlag'ı kuran Mankell, yılın yarısından çoğunu geçirdiği Maputo'da Teatro Avenida'nın da yöneticiliğini yapıyor.

Mankell’in bütün romanlarında eleştirel bir ton vardır. Wallander dizisi küçük bir İsveç kasabası olan Ystad’da geçmesine rağmen suç yerelle sınırlı kalmaz, önce İsveç’e, oradan dünyanın başka köşelerine yayılır. Bu, Ernest Mandel’in Hoş Cinayet adlı polisiye edebiyat incelemesine çok uygun bir yaklaşım. Ne demişti Mandel? Özetle şunları; “polisiye romanın evrimi bizzat suçun tarihini yansıtır(…) Polisiye romanın tarihi de bir toplumsal tarihtir, zira burjuva toplumunun -hatta meta üretiminin- tarihine ayrılmaz şekilde bağlıdır ve onun tarafından üst belirlenmiştir(..) Burjuvazinin tarihinin kendini niçin bu çok özel edebi tür içinde yansıttığı sorusunun cevabı şudur: burjuva toplumunun tarihi mülkiyetin tarihidir; mülkiyetin tarihi de kendi zıddının, yani suçun tarihini içerir”.

Pekinden Gelen Adam'da mülkiyetin ve suçun tarihine dair bir roman. Bir kış mevsiminde İsveç’in kuzeyindeki unutulmuş bir köyünde işlenen toplu cinayetlerin izini süren yargıç Birgitta Roslin ondokuzuncu yüzyıldan kalma bir günlüğe ulaştığında sermayenin ve suçun küreselleştiği bir muammaya açılıyor hikaye. Cinayetlerin tarihsel arka planında 19.yüzyılda Amerika'ya kaçırılmış Çinliler'in demiryolu inşasında acımasız koşllar altında çalıştıtrılması yatıyor. Hikaye zamanı bugüne atladığında Çin hükümetinin kendi halkına reva gördüğü kötü muameleyi, Çin’in dış politikasını takiben Afrika’daki insanlık dışı durumu izliyoruz. Mankell polisiyenin ibresini dünü ve bugünü ile kapitalizmin ezen-ezilen karşıtlığına çeviriyor. Çin’deki değişimi gençliğini Mao sempatizanı olarak geçirmiş yargıç Roslin’in bakış açısından vermesi, bir anlamda gençliğini Mao sempatizanı olarak geçiren Mankell’in ironisi olmalı.

Pekin’den Gelen Adam insanın insana yaptığı zulmün arkasındaki maddi nedenleri sorgulayan, suçu küreselleştiren hikayesiyle siyasi polisiyelerin güzel bir örneği.

 

 

 

 

Wallander Polisiyeleri

 

 


Henning Mankell’i konu edinen bir yazının Kurt Wallander’den söz etmemesi eksiklik olur. Wallander tiplemesi Martin Beck gibi bir komiser tiplemesi. Ancak ne Hecule Poiriot’a ne Philip Marlow’e benziyor. O kendi çağının mülkiyet ilişkilerinin doğurduğu bir kahaman tipi.

Mandel kulak vererek değişimi kısaca özetleyelim: Suçun nicel artışıyla birlikte nitel bir dönüşümü de gündeme geldi. Örgütlü suç egemen olmaya başladı. Örgütlü suçun rüştünü ispat etmesi, salon dedektif romanının ölüm çanını çaldı. Lord Peter VVimsey ya da Peder Brown bir yana, Hercule Poirot'nun Mafya'ya karşı mücadele etmesini hayal etmek olanaksızdır. Sam Spade, Philip Marlowe, Nestor Burma ve Lew Archer, mevcut toplumsal düzenle ilgili herhangi bir yanılsamadan alaycı bi çimde uzak, sert karakterler olarak görülebilir. Ancak örgütlü suçun ulaştığı devasa boyutlar karşısında tek başlarına ayakta kalmaları imkansızdır. Örgütlü suçun geniş çapta ortaya çıkması ile birlikte, gerçek yaşamda suç takibi ve suçla mücadelede de orantılı bir değişiklik oluşmak zorundaydı. Suçu ele alan edebiyatta da benzer bir gelişme kaçınılmazdı. Otuzların sonunda ve kırkların başında özel dedektif, yerini geniş çaplı bir örgüt tarafindan desteklenen polis memuruna bırakmaya başladı. Yeni bir polisiye roman türü, 'polis işlemlerine ağırlık veren' bir tür doğdu. Martin Beck ve Kurt Wallander işte bu türün temsicileriydi.

Okuyucular Wallander ile ilk kez 1991'de yayımlanan Ölümün Karanlık Yüzü isimli kitapla tanıştılar. Wallander karakteri küreselleşmiş dünyanın, 1990’lı yılların azgınlaşmış bireyciliğinin ve bunun türevi olan toplumsal yolaşmanın hala ahlak sahibi olan bir insanda  yaptığı yıkımın izlerini taşır. Babası parasız bir ressam, annesi evlerde temizliğe giden bir işçi. Zenginlere karşı içgüdüsel bir refleksi var Wallander’in. Onun bu refleksi solcu, muhalif, aktivist Henning Menkell romanlarında sınıfsal tavrı sürekli kılıyor. Romanlarında İsveç’in yakın tarihine, 68 isyaına sıklıkla göndermelerde bulunur. Bakıç açısı içinse kısaca “political correct” diyebilirim.

 

 

 

İlk macerasında -1991’de- kırk iki yaşındaydı, karısı tarafından terk edilmiş, alkol bağımlılığın eşiğinde, öfkeli ve yalnız bir adamdı. Yalnızlığının müsebbibi biraz da kendisi. İşinden ne ailesine ne yakınlara ayıracak zaman bulamayan Wallander,
bir anlamda eski moda bir insandır. Acıma, adalet ve beraberlik gibi eskimiş sayılan şeylere inanıyor. Ancak Wallander tipinin bu kadar sevilmesinin nedeni –Mankell’in deyişiyle- değişme özelliği; “dördüncü kitaptaki Wallander, birinci kitaptakinin aynısı değildir. Bir romanın 30. sayfasındaki Wallander ile 400. Sayfasındaki Wallander de farklıdır. Wallander, sizin gibi, benim gibi sürekli değişir. Bu onu canlı yapar. Bu yönüyle Sherlock Holmes ya da Hercule Poirot’den ayrılır. Onlar hep aynı kalır. Bunlar stereotip karakterlerdir. Ancak bir roman karakterin canlı görünmesi için değişmek zorundadır.”

Wallander ile birlikte çevresindeki insanlar, hatta toplumuyla, siyaseti ekonomisi, hayat koşullarıyla İsveç de değişir. Mesela kızı Lisa ergenikten çıkıp babasının yanında işe başlamış, yaşlı babası ölmüş, ekiinden ayrılanlar olmuş ve İsveç giderek daha çekilmez bir hal almıştır. Bütün bunlara –tıpkı her bir macerası gibi- ağır ağır ilerler. Okuyucu Wallander ve ekibi ile birlikte hem hikayeyi hem değişimi sindirecek fırsatı bulmuştur. Mevsime de ayak uydururuz. “Kurşun rengi gökler, dondurucu soğuk, kasvet, aman vermez bir ciddiyet ve şiddet” mükemmel bir polisiye atmosfer yaratır. Bu atmosferin önünde görüp geçirdikleriyle filojoflaşmış Wallander “katil kim?” olduğundan ziyade katili suça sevk eden nedenleri araştıracaktır. Asıl araştırdığı hayattır.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.