Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Şiirin Göğünde



Toplam oy: 1435
Murathan Mungan
Metis Yayınları
Şairin Romanı, yalnızca Murathan Mungan'ın değil, bizim edebiyatımızın da en güzel romanlarından biri, bana kalırsa.

Todorov, fantastiğin bir kararsızlık anı olduğunu söyler: “Fantastik, kendi doğal yasalarından başka yasa tanımayan bir öznenin görünüşte doğaüstü bir olay karşısında yaşadığı kararsızlıktır.” Bu nedenle, yaşadığımız, alıştığımız düzene aykırı her türlü tasarıma tereddütle yaklaşırız. Bu herhalde en çok sanat yapıtları karşısında böyle. Zira gerçekten sıra dışı bir varlıkla, sözgelimi üç başlı bir yılanla karşılaştığımız zaman, bu varlık büyük olasılıkla bizi korkutacaktır. Ama böyle bir varlık, sanat yapıtları içinde karşı karşıya kaldıkta bizi düşünmeye zorlayacaktır daha çok.

 

 

Sanat nesnesi, düşsel bir tasarımın, bir imgenin karşısında olduğumuzu daha en başından söyler. Kendi dünyasını, bu dünyaya, bizim gerçek bilegeldiğimiz dünyaya aykırı dünyasını anlatmaya koyulur. Romanı elimize aldığımız zaman, ister istemez, ne tür bir okur olursak olalım, elimizdeki bu nesnenin, bize ne vaat ettiğini, hatta bunun, bize vaat edilenin ne anlama geldiğini düşünmeye başlarız. Hoş, benim açımdan, diyebilirim ki, iyi bir okur, bir romanın ne anlama geldiğini düşünmese… Belki anlam, varsa, olacaksa, sonradan, yıllar sonra ortaya çıksa.

 

 

 

Hem, öyle olmuyor mu çoğunlukla? Sözgelimi, Nataşa için sonunda iki Piyer yok mudur? Gençlik çağının insanı öfkelendiren anlamsız Piyer’i ile yıllar sonrasının sessiz, iyi kalpli Piyer’i? Öyledir elbette; araya zaman girmiş, yaşam insanın elinden, içinden pek çok şeyi alıp götürmüş, öfkeleri törpülemiş, sevgiyi aklı başında, tevekkül içinde bir kadına dönüştürmüştür. Öyle ki, sonunda bu Piyer’e bakışı değil yalnızca, onun kendi dış görünüşünü bile değiştirmiştir. Nataşa, Piyer için, eninde sonunda dönüp geleceği, gelmek isteyeceği bir yitik ülke gibidir üstelik. Ama bunu anlaması yıllar alacaktır. 

 

 

Şairin Romanı’nın bilge şairi Bendag için de böyledir. Bana Nâzım’ı hatırlatan bu yüce gönüllü şair, ülkesini, ülkesinin coşkulu, şiirle dolu kentlerini yaşamının son yıllarında yeniden görmek ister. Ancak, hiçbir şey eskisi gibi değildir elbette. Başta kendisi eskisi gibi değildir. Gençlik çağının aşırı duyguları çoktan törpülenmiştir bir kere. Ünü istememektedir. Bir efsane olarak değil, bir gölge olarak dönecektir yurduna. Kimse onu tanımayacak, o da kimseye meşhur Bendag olduğunu söylemeyecektir elbette. Kalabalığın arkasına geçip o unutulmaz şiir akşamlarını izleyecek, şiirle soluyan o kalabalığın, o kentlerin kokusunu bir kez daha içine çekecektir. Ama ne kendisi ortaya çıkacak, ne de yeni şiirlerini kimsenin bilmesine, duymasına izin verecektir. Ülkesinin göğü, şiirin göğüdür. Toprağa uzanıp bu göğü doya doya izleyecektir. Tabii, olabilirse…

 

 

 

 

Bendag, bana kalırsa, bize, alıştığımız yasaların dışında, bambaşka yasalar öneren Şairin Romanı’na bizim dünyamızdan gönderilmiş bir roman kişisidir. Ve elbette, dikkat edilecek olursa, yalnızca bir karakter değil, bir öneridir de. Romanın onlarca karakterinden biri olması dışında, bir kimlik de önerir bize Bendag. Onüç Dolunaylı Yıl Şenlikleri’nde (ve nasılsa asıl kimliği de artık anlaşılmış, ister istemez ortaya çıkmıştır) yaptığı konuşmayla ortaya koyar bunu. Asker şair Agabu’nun işlediği suçları açıklar: “Hayatın adaleti var mı, emin değilim, ama şiirsel adalete her zaman inandım,” der. Agabu, şiirlerini delice kıskandığı genç şair Serhenas’ı öldürmüş, onun geride bıraktığı şiirlerle şöhrete kavuşmuştur. Hem, karısı Zeheyra’yı da öldürmüştür bu uğurda. Fakat sonunda, onca karışıklıktan sonra şiirsel adalet yerini bulmuş, bunu açıklamak da bilge şair Bendag’a kalmıştır.

 

 

Elbette, Murathan Mungan’ın en güzel kitaplarından biri Şairin Romanı. Ama yalnızca onun değil, genel olarak bizim edebiyatımızın da en güzel romanlarından biri, bana kalırsa. Üzerinde çok durulacağını, durulması gerektiğini düşünüyorum. Zira Şairin Romanı’nın söz konusu edilecek pek çok yönü var. Sözgelimi, Yüzüklerin Efendisi gibi Batılı fantastik romanlardan, Hep Yuvaya Dönmek gibi enikonu gözüpek tasarımlardan olduğu kadar Doğu’nun anlatı geleneklerinden de yararlanmış Mungan. Bunu yaparken, günümüzün sosyal, siyasal sorunlarını da anıştırmış. Uçsuz bucaksız, bizim eski, el değmemiş dünyamız kadar güzel bir coğrafya tasarlamış bunu yaparken.

 

 

 

 

Fakat bir özelliği daha var Şairin Romanı’nın: roman, aynı zamanda bir şiir kılavuzu. Alttan alta Murathan Mungan’ın şiir görüşünü de taşıyan bir düşünce kitabı. Sözgelimi, bir yerde şöyle söylüyor Mungan: “Şiir, ışıktan doğar.” Roman, bu yönde düşüncelerle (ya da izlenimlerle) dopdolu. Bu nedenle, okur için şu önerilebilir belki: Kimi yerde ara verip düşünmeli, şiir gerçekten ışıktan mı doğar, ne anlama gelmektedir bu? Yoksa şiirin, öbür söz sanatları gibi dilden, sözcüklerden ya da duygulardan doğduğunu düşünmekle acele mi ediyoruz? Yine, başka bir yerde, romanın usta şairlerinden birinin bir görüşü aktarılır: “Şiirin göğünde tesadüf kuşları uçar.” Ve başka bir uyarı: “İyi şairler, körlerin kulaklarına sahiptirler.” Ve daha açık önermeler: “Şiirin kendisi çeviridir.” “Her şiirde sözcüklerin dolduramadığı bir boşluk vardır.”

 

 

 

Bizimkinden çok farklı bir dünyayı yazıyor Mungan. Kentlerin şiir flamalarıyla tanındığı, şairlerin el üstünde tutulduğu, neredeyse yaşamın her alanında şiirin egemen olduğu, coğrafyanın şiire bölündüğü, dilin baştan başa şiirle kuşatıldığı bir ütopya bu. Fakat yine, bu üst-dünyada da cinayete engel olunamıyor. Şair şairi öldürüyor. Diyeceksiniz ki, şiir söz konusu olduğunda şair şairi öldürür zaten.

 

 

 

Yine de ben, iki dünyadan şiirlisi tercih edilesidir, derim. Ne de olsa Gamenn, marangoz dostu ile toprağa uzanıp da Şairin Romanı’nın son cümlesine anlatıyı bıraktığı zaman, bizim bıkkınlığımızı da anlatmış olur:

 

 

 

“Yarın kendileri için yeni bir gün olmayabilirdi, ama bugün burada batan güneş kâinatta başka bir yerde, belki de rüyasından yeni uyanmakta olan dünyada doğacaktı.” 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Why not look here
[url=http://www.michaelkorseoutlet.org/michael-kors-mini-crossbody-c-10.html]Michael Kors Mini Crossbody[/url]
Michael Kors Mini Crossbody

39%
61%

Müthiş bir kitap.Roman NASIL YAZILIRMIŞ BUNU GÖSTEREN VE TÜRKİYE DEKİ YAZARIM DİYE GEÇİNEN ÇOĞU KİŞİNİN BU KİTABI OKUYUP SONRA KENDİSİNİ ELEŞTİRMESİ GEREKN BİR KİTAP AYNI ZAMANDA.

36%
64%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.