Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sorumsuzken özgür müyüz?



Toplam oy: 599
Luigi Pirandello // Çev. Adnan Cemgil
Everest Yayınları
Toplumsal ilişkiler, aile, vatandaşlık, yasalar vb. uyulması veya sorumluluk alınması gereken tüm konuların ağından kurtulmuş birey, özgür müdür değil midir?

Zgymunt Baumann, “özgürlük sınırsız gibi algılanınca özellikle kişinin içinde büyük bir karmaşa doğar” diye bir laf etmişti vakti zamanında. Hemen hepimizi bağlayan sorumluluklar, aslında özgürlüğümüzün sınırını çiziyor. Peki, sınırın silindiğini düşünüp ipleri salıverirsek? Luigi Pirandello'nun kahramanı Mattia Pascal bu soruya kendince verdiği yanıtlardan doğan ikilemden mustarip. 

 

Mattia'nın yeni hayatı

 

 

Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen, annesinin ve babasının üstüne titrediği, babasını erken yaşta kaybettikten sonra annesinin pohpohlamalarıyla dar bir çevreye sıkışan Mattia ve kardeşi, büyük servetleri üçkağıtçıların elinde eriyip gidince ciddi bir sıkıntının ortasına düşüyor. Bir anlamda gerçek hayatla o noktadan sonra yüzleşiyorlar. Alıştıkları rahat yaşamla sefillik arasındaki derin uçurum, hem Mattia'nın hem de kardeşinin bocalamasına neden oluyor. Kardeşi, zengin bir ailenin kızıyla evlenip paçayı kurtarsa da Mattia'nın şansı yaver gitmiyor, huzursuz bir adam olarak yaşamaya devam ediyor. 

 

Günlerden bir gün, kızı ve annesi ölünce ise Mattia, hayatın bir başka yönüyle yüzleşiyor. Cebindeki az bir parayla kayıplara karışan ve kafa dinlemek için yollara düşen Mattia'nın kaderi de böylece değişiyor. Daha doğrusu o, değiştiğini sanıyor. Kumarhanede oynadığı rulet, ona yüklü para kazandırınca ve kendisi gibi para kaldıran birinin intiharına tanık olunca artık eve dönmesi gerektiğine karar veriyor. Mattia, dönüş yolunda okuduğu gazetede kendi ölüm haberine rastlayınca deyim yerindeyse zihninde bir ampul yanıyor: Ölü olduğuna göre bundan böyle tüm yükümlülüklerinin son bulduğunu düşünüp kumar parasını fütursuzca harcamayı hayal ediyor. 

 

Pirandello, “ölü” Mattia'nın yeni bir kimlikle insanlar arasında ferah ferah dolaşıp sıfırdan bir hayat kurmayı düşündüğü satırlarla bizi bir girdaba hazırlıyor. Çok zaman geçmeden vaziyeti anlıyoruz: Mattia, ölü zannedilen bir adam olarak ortalıkta gezinirken Pirandello da insanın, var oluşunu, toplumdaki konumunu ve sorumluluklarını dikkate almasıyla onlardan kaçışı arasında sıkışmasını masaya yatırıyor. 

 

Yaşarken ölmek

 

Mattia, kendisine ölü muamelesi yaptığından hem toplum içinde hem de dışında yer alabileceğine karar veriyor fakat işler istediği gibi gitmiyor. Kafasındakiyle gerçeğin birbiriyle hiç uyuşmadığını görüp büyük bir boşluğa düşüyor: Artık o, çevresindeki insanlardan farklı olarak herhangi bir hakka sahip değil; sonsuz bir özgürlüğü bulunduğunu düşünse de tam tersine pek çok şeyden mahrum olarak mutsuzluğuna mutsuzluk katıyor. 

 

Toplumsal ilişkiler, aile, vatandaşlık, yasalar vb. uyulması veya sorumluluk alınması gereken tüm konuların ağından kurtulmuş birey, özgür müdür değil midir? Mattia Pascal, böylesine çelişkiler yaşayan biri. Üstelik, ikinci hayatı onu asla özgür yapmadığı gibi toplumsal ilişki babında dışlanmasına da neden oluyor. 

 

Yükümlülüklerden sıyrılmak; ölü veya kaçak da olsanız mutlak özgürlüğü getirmiyor. Dolayısıyla buna, yaşarken ölmek veya hapisteyken özgür olmak da denebilir. Pirandello, Mattia Pascal Sahiden Yaşadı mı Yaşamadı mı? adlı romanında bizi bu çelişkili durumların ortasına zaman zaman mizahi bir dil kullanarak bırakıveriyor. 

 

Yeri gelmişken, çevirisiyle Adnan Cemgil'i bir kez daha saygıyla anmak gerek... 

 

 

 


 

 

* Görsel: Seda Mit

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.