Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tanıdık bir hikaye



Toplam oy: 805
Esra Kahraman
Ayrıntı Yayınları
Esra Kahraman, Segah Makamı'nda kendi geçmişine, gençliğine, yitirdiklerine ve geriye kalanlara bir saygı duruşunda bulunuyor.

Yüzyıllar boyu acıyla yoğrulmuş bir coğrafyada geçen tanıdık yaraların hikayesi Segah Makamı. Bugün altmışlı yaşlarını süren nesil bu yaralara şüphesiz hepimizden daha aşina, zira bu onların hikayesi. Biz sonraki kuşaklar içinse çoğunlukla anne ve babalarımızdan dinlediğimiz, kimi zaman da kitaplarda okuduğumuz ya da filmlerde gördüğümüz bir geçmişe ait. Yetmişli yıllarda başlayan hikaye İstanbul’da yüksek katlı apartmanların henüz o kadar yaygın olmadığı bu dönemde bahçeli bir evin avlusunda başlıyor. Bu avluda karşılaştığımız iki küçük kız çocuğu aslında gelecek yaşamlarına ortaklık edeceğimiz karakterlerimiz: Lale ve Sibel.

 

Lale’ye çocukça bir aşkla bağlı olan Cemil ve mahalleye sonradan taşınan komşu çocuğu Mehmet’in de katılmasıyla adeta bir çocuk çetesine dönüşüyor bu dörtlü. Dostlukların ömre yayıldığı bir devrin çocukları onlar. Okul sıralarında tanıştıkları fukara çocuğu Naci ile çeteyi beşliyorlar ve hayat yolculuğu başlıyor onlar için. Bu yolculuk süresince biz de onlarla birlikte 555 sayfalık bir yolculuğa çıkıyor ve bir neslin büyüyüp olgunlaşmasına tanıklık ediyoruz. Onlar büyüyüp yetişkin birer insan olurken İstanbul’un çehresi de, bugünkü kadar olmasa da, hızla değişiyor; bahçeli evlerin yerini apartmanlar alırken insanoğlu da dar yerlerde üst üste yaşamayı bir şekilde öğreniyor. 

 

 

Birçoğumuzun gıpta ederek baktığı, hayatın ve yaşananların daha gerçek olduğunu hissettiğimiz yıllarda geçmesi, o günlere tanık olmuş olanlar için hikayeye acı-tatlı bir nostalji havası katarken genç kuşak okurlarda sanki bir tür masala tanıklık etme hissi uyandırıyor. Hikayenin tekdüze olma tehlikesi mevcut. Ancak kitabı kurguda bir buluş aramaktan ziyade size anlatılan bir anıyı dinler gibi okursanız işte o zaman gerçek keyfine varmak mümkün. Zira başta ben olmak üzere çocukluğunu ve gençliğini doksanlarda ve iki binlerde yaşamış olanlar için ait olmadığımız bir zamana ait birer anıdan ibaret olan biten. Fakat ne yazık ki Sibel ve Lale’nin küçük birer çocuk olarak radyodan dinledikleri birçok vahşet haberi bugünlerde bizim için olağan hale gelmiş ve özellikle de sosyal medya sebebiyle bir nebze de gerçekliğini yitirmiş durumda. Hikayenin naifliği içinde acıların bu denli gerçek, bu denli som oluşu belki de bizi kitabın sayfaları arasında uzun bir yolculuğa çıkartan. Kim bilir, belki biz de kendi acılarımıza bir mesafe alıp uzaktan bakma ihtiyacı içerisindeyiz. Belki biz de acılarımız birer anıya dönüştüğünde dönüp bu anları anlatabiliriz. Belki anlatma kabiliyeti için gerçekten de zamana ihtiyaç vardır; anlatılan dönemi bizzat yaşamış biri olması ve muhalif kişiliği düşünüldüğünde Esra Kahraman için de aynı şeyin geçerli olduğunu düşünmeden edemiyorum.

 

Son olarak romanın yer yer didaktik sayılabilecek bir dili var; bu dil bugünün okurunu kimi zaman yorsa da dönüp romanın geçtiği zaman dilimine baktığımızda yazarın kullandığı dilin dönemin gençleri arasında yerleşik olduğunu görüyoruz. 

 

Uzun lafın kısası Esra Kahraman, Segah Makamı’nda kendi geçmişine, gençliğine, yitirdiklerine ve geriye kalanlara bir saygı duruşunda bulunmuş diyebiliriz. Siz de bu geçmişe ortak olmak isterseniz Segah Makamı doğru bir tercih olacaktır.

 

 


 

* Görsel: Mehmet İnanır

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.