Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yalnız edebiyat



Toplam oy: 1402

Yalnızlığın pek çok yönü var. Ama edebiyatla yalnızlık birlikte anıldığında, aklımıza öncelikle yazarın kişisel yalnızlığının gelmesi dışında bir seçeneğimiz var mı acaba? Benim aklıma başka türlüsü gelmiyor.

 

Bu, onun “başkalarından farklı” bir insan olduğunu gösterir mi? Elbette hayır. Kişinin sınırsız yalnızlığından söz edilecekse, önceliği, söz gelimi sokak insanlarına vermemiz gerekir herhalde.

 

Her sabah, işe gitmek için, Taksim’den Galatasaray’a yürüyorum. Bu zorunluluk sekiz yıldan bu yana değişmedi. Doğal olarak İstiklal Caddesi’nde yaşayan evsizleri de bir bir tanıyorum. Hemen söyleyeyim; zor, hatta korkunç koşullara dayanmaları, dayanabilmeleri ya da dayanamamaları bir yana, zaman zaman onların bizden daha şanslı olduklarını da düşünüyorum. Her sabah aynı saatte aynı iş yerine gitmek üzere aynı kaldırımları tepmek zorunda olan benim gibi hayat mahkumlarını düşünecek olursanız, hangimizin hayattan daha çok sıkıldığını da çıkarabilirsiniz. Bu konuda hümanist ya da idealist olmayacağım. Evsizlerin çoğunun sokağı tercih ettiklerini ve bu anlamda kararlı olduklarını gözlemledim. Bence bu özel insanlara acımak için fazlasıyla konformist olmak gerekiyor bu nedenle.

 

Ve işte tam konumuza uygun bir manzara: Geçenlerde, son sekiz yıldan bu yana olduğu gibi yine Taksim’den Galatasaray’a yürüyordum. Yeni Çarşı Caddesi’nin girişinde, bir dükkanın önünde bir evsiz kıvrılmış uyuyordu. Yanında bir bira şişesi, kirden muşambaya dönmüş montunun cebinde de bir kitap vardı. Ne yazık ki kitap ters duruyordu, yani arka kapağın bir kısmı görünüyordu yalnızca. Tabii, ne okuduğunu merak ettim. Ancak, rahatsız olmasından korktum; ayrıca, dediğim gibi, uyuyordu.

 

Birkaç gün sonra, yine aynı saatte, yani sabah saat yedi sıralarında, aynı yerde, evsizi yine gördüm. Yine uyuyordu. Yanında yine bir bira şişesi ve montunun cebinde yine bir kitap vardı. Ama bu kez şanslıydım; kitabın ön yüzü görünüyordu. Özdemir Asaf’ın bir kitabıydı bu: Yalnızlık Paylaşılmaz.

 

Bu anlattığım belki çok ender rastlanacak bir şey, bir tesadüf gibi gelebilir size. Ama salt yalnızlık, gözlenebilir. Elbette yalnızlık; insana özgü, bir varoluş biçimi olarak kavramlaştırılan yalnızlık, çoğunlukla soyut bir kavramdır. Yani bir kişinin, arkadaşları orada olmadığı için yalnız olmasının ve can sıkıntısı içinde bulunmasının bizim burada sözünü ettiğimiz “yalnızlık”la ilgisi yoktur. Aile arasında kendini yalnız hissettiği -sırf onlarla anlaşamadığı- için canı sıkılan, kitap okumaktan sıkılan (çünkü kitap okumak da bir yalnızlık biçimidir), derste canı sıkılan, -örnekleri çoğaltabiliriz- tüm bu nedenlerle kendini yalnız hisseden genç kuşağın, bu sorununa çare çoktan bulundu bildiğiniz gibi: Cep telefonları. Bu nedenle bu tür yalnızlıklar esas olarak benim ilgimi çekmiyor.

 

Ancak, bizim şiirsever evsizimizin yaşadığı salt yalnızlık duygusunu da işte böyle, zaman zaman gözlemleyebiliriz. Bu, içeride yaşanan kabarmanın dışarıya taşması gibi binde bir olabilecek bir şey kuşkusuz. Bu nedenle, Yalnızlık Paylaşılmaz’ın gözle görülür olmasında uykunun da payı inkar edilemez.

 

Kalabalıklar içerisinde insanın kendini yalnız hissetmesi, edebiyatın baştan beri ilgilendiği bir konu. Hangi yazar yalnızlık üzerine ne söylemiş, unutulmaz yalnızlar kimlermiş, bunları hepimiz elbette biliyoruz. Hatta bu işin biraz bıkkınlık verdiği bile söylenebilir. Yine de hiç unutamadığım iki öyküyü hatırlatacağım size. Bu özel öykülerin adını anmadan olmaz, diyerek.

 

 

İlki, Edgar Allan Poe’dan: Kalabalıkların Adamı. 1840 yılında yazmış Poe, öyküyü. Anlatıcı, Londra’nın işlek caddelerinden birinde bir kafede oturmuş yoldan gelip geçenleri izlemektedir. Sayısız, türlü türlü insan var. Öykünün anlatıcısı, gördüğü görebildiği herkese bir kişilik, bir mizaç biçiyor. İşte şu herif sinirli biri; muhtemelen terzilik yapıyor ve kalantorun birine çok kızmış durumda... Bunun gibi, gördükleri hakkında karakterler, hikayeler uyduruyor. Ve kalabalıkta herkesin kendisini nasıl yalnız hissettiğini anlıyor. Koca Londra’da herkes yalnız, güya mahşeri bir kalabalık var ama herkes yalnız... Bir ara, yoldan yaşlanmaya yüz tutmuş bir adam geçiyor. Sıska, hasta görünümlü bu ihtiyarı görünce, anlatıcımız doğaüstü bir varlık görmüş gibi, tıkanıp kalıyor. Hiçbir şey gelmiyor aklına. Ona ne bir karakter biçebiliyor, ne bir meslek ne de herhangi bir şey… Ve onu takip etmekten alamıyor. Akşama dek, yorgunluktan bitene kadar onu takip ediyor. İhtiyarın, hiçbir şey yapmadan, amaçsızca kalabalıkta dolaştığını görüyor. İşte bu, “kalabalıkların adamı”dır. Kalabalıksız yapamaz. Varlığı o kalabalığa bağlıdır; bu nedenle kalabalıklar içinde kendini yalnız hissettiği de söylenemez. Ve yine bu nedenle onun ne menem bir kişi olduğu hakkında tahmin yürütmek zordur. Poe, öykünün başına La Bruyere’den bir dize almış, şöyle diyor Bruyere: Yalnız olamamak gibi büyük bir talihsizlik...

 

 

Gerçekten, “kalabalıkların adamı”na bakınca, yalnız olamamanın kimi zaman büyük bir talihsizlik olabileceğini görebiliriz. Poe, kalabalığa bağımlı, yalnız olamayan kimselerde suça yatkınlık görüyor; hikayesi hakkında fikir yürütemediğimiz insanların suça eğilimli olabileceğini düşünüyor besbelli. Bu çıkarımların doğruluğu su götürür elbette. Yine de, insan şu sonuca varıyor: Yalnızlık, kişinin kendisine bir hikaye kurmasını sağlıyor. Kişi, kendi yalnızlığı içinde kendi hikayesini örüyor. İşte kalabalığa bağlılıktan da ancak o zaman kurtuluyor. Bana göre, gayet parlak bir yorum.

 

İkinci öykü, bizden. Sait Faik’in Haritada Bir Nokta'sı... Öykücü, adada rastladığı balıkçıları gözlemliyor; genç bir balıkçının uğradığı bir haksızlığa tanık oluyor böylece. Sonunda, adanın sokaklarında yalnız dolaşmaya kararlı bu öykücü, tanık olduğu haksızlığı yazmadan edemiyor:

 

“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım Koştum tütüncüye, Kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

 

Bu durumda, edebiyatımızın yalnızlık üzerine en güzel sözlerini söylemiş Sait Faik, kalabalıklar içerisinde yalnız olmanın, bu sayede bir hikayesi olmanın insana verdiği hüzünlü mutluluğun da öyküsünü yazmış olmuyor mu?

Yorumlar

Yorum Gönder


Yazdıklarınızı tesadüfen buldum. Ellerinize sağlık,ne güzel bir yazı olmuş.Üstelik yazmak için yalnızlığı,sessizliği arıyorken ne iyi geldi..

48%
52%

Çok hoş bir yazı gerçekten. Sokakta yaşayanların varlığı benim için de göründüğünden çok daha fazla şey ifade ediyor. "Karanlığa Methiye" diye bir novella yazmıştım. Sokakta yaşayan bir adamın kendi ağzından hikayesiydi. O yüzden Faruk Duman'ın yazısını okuyunca çok sevindim. Benzer şeylerden bahsetmiş. Sokaktaki yalnız insanlarla ilgili sözlerine tümüyle katılıyorum. Keşke daha uzun bir yazı olsaydı.

48%
52%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.