Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yaşı küçük dostlarınız için



Toplam oy: 1002
Sassa Buregren // Çev. Unzile Tekin
Güldünya Yayınları
Küçük Feministin Kitabı bir çocuk kitabı olarak yazılmış olsa da, çocuklarını toplumsal cinsiyet, feminizm, cinsiyetçilik gibi kavramlarla tanıştırmak isteyen anne babalar için de ilaç gibi.

Sassa Buregren’in 2006’da yazdığı Küçük Feministin Kitabı, kahramanı Ebba’nın gazetede gördüğü “dünya liderleri” fotoğrafında hiç kadın olmayışına şaşırmasıyla başlıyor. Fena bir başlangıç değil. Biliyoruz ki, her şey bir şaşkınlık duymakla, karşı tarafta bir tereddüt yaratabilmekle başlar. Karşınızdakinin artık şaşırma ihtimali yoksa da her şey bitmiştir. Ebba'nın şaşırması muhteşem, Ebba'nın şaşırması umut verici. Büyük oğlum Fikret'le, iki yıl önce, o daha iki yaşındayken Yoğurtçu Parkı'nda dolaşıyorduk. Parkın ortasındaki Yunus Emre'nin dev heykeli ilgisini çektik, epey dolandık etrafında. (-Bu ne anne? -Heykel -Şapka mı takmış? vs.) Biraz ileride, bu sefer bir Atatürk büstü gördük. Benim için gayet normal bir karşılaşmaydı. Fakat Fiko şaşırmış gibiydi. 

 

-Anne bak bir heykel daha. 

-Evet canım. 

-Bu adam kim? 

-Atatürk. 

-Anne niye hiç kadın heykeli yok parkta? 

 

 

Şaşkınlığımı ve dolayısıyla sevincimi anlatmam mümkün değil. Bu farkındalığı öğretmek, diğer taraftan bizzat kendimde hissettiğim kanıksama durumundan kaçabilmek, kurtulmak o kadar zor ki! Algıları henüz açık olduğu için, merak ettiği için, bizatihi çocuk olduğu için sormuştu bunu. Ama ne yazık ki çocukların (yani müstakbel yetişkinlerin) belli bir yaşa kadar etraflarında gördükleri cinsiyet eşitsizliği ve cinsiyetçilik birçok şeyi sorgulamalarını engelliyor. En kısa zamanda da eşitsizliği ve cinsiyetçiliği yeniden üretiyorlar. Dolayısıyla, çocuğunuzdan şunları duymanız kuvvetle muhtemel: “Kızlar vinçlerle oynamaz”, “Erkekler pony sevmez”, “Anneler araba kullanmaz”, “Babalar yemek pişirmez”. 

 

Küçük Feministin Kitabı hedef kitlesi itibariyle bir çocuk kitabı olarak yazılmış olsa da, çocuklarını toplumsal cinsiyet, feminizm, cinsiyetçilik gibi kavramlarla tanıştırmak isteyen anne babalar için de ilaç gibi. Sahip olduğumuz değerleri, ahlaki ya da kültürel normları sıklıkla çocuklarımıza, yeğenlerimize, öğrencilerimize, genel anlamda genç kuşaklara aktarma arzusu duyuyoruz. Bu tavır kısmen bir büyüklük kompleksi (“Doğrusu budur, gençler bilmez, öğrensin”). Kısmen de “daha el kadarken” bakıp büyüttüğünüz, emek harcadığınız çocuklarla, gençlerle dünya görüşü, hayat felsefesi, vs. açısından ilerleyen yıllarda çatışma ihtimali endişesi (“İmdat, oğlum maço olacak!”). Bir şeyleri öğretmek, ama baskıcı olmamak, empoze eder durumunda olmamak, kör gözüm parmağına yapmamak kolay değil. Buregren’in üslubu bu açıdan çok başarılı. Sözü Ebba'ya bırakıyor, müdahaleci davranmıyor, onun kendi yolunu bulmasına müsaade ediyor. Böyle ebeveynlik, böyle evlatlar dostlar başına!

 

Kitabın en bariz başarısı küçükleri küçümsememesi. Yaşar Kemal'in "Ben çocuklara çocuk gibi davranmam. Basbayağı insandır onlar," demesi gibi, Buregren de okuyucu kitlesini insan yerine koyuyor. Yani hep yaptığımız gibi çocuk yerine koymuyor. Bunları anlamazlar diye düşünüp konuları gereğinden fazla basite indirgemiyor, gerçekleri çarpıtmıyor, yüzyıllardır yaşanan ve bugün hâlâ devam eden acıları ve eşitsizlikleri yumuşatmıyor. 

 

Pedagojik açıdan kitap genel olarak son derece başarılı. Feminizmi çocuklar için önemli, kendi hayatlarına dair konular üzerinden (örn. süslenmek, bağıran erkek çocuklar, beden, zayıf olmak, iktidar vs.) anlatıyor. Ayrıca kadın hakları, iş hayatındaki ayrımcılık, ev içi eşitsizlik, erkek şiddeti gibi en temel ve güncel konuları, tarihsel arka planıyla birlikte tartışıyor. Kimi yerlerde biraz ders kitabını andırdığı oluyor, okuyacak çocukların yaş grubuna da bağlı olarak anlatı heyecanını bir miktar yitiriyor. Ama Ebba'nın arkadaşlarıyla kurduğu Beşler'in toplantıları ve feminist anneannenin bilgelikleri çabucak tempoyu hızlandırıyor. Etrafınızdaki yaşı küçük tüm dostlarınıza, hazır yeni eğitim öğretim yılı da henüz başlamışken Küçük Feministin Kitabı'nı hediye etmek iyi bir fikir olabilir. Okul hayatına, arkadaşlarına, akran zorbalığına, popüler kızlara/oğlanlara, hatta belki aynaya bile başka bir gözle bakacaklardır.

 

Şiddetin cinsiyeti

 

Biraz daha büyük dostlarınızı feminizmle çimdiklemek istiyorsanız ise Rebecca Solnit'in nefis makale derlemesi Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar'ı hararetle öneririm. Türkçe baskı için kaleme aldığı önsözde Özgecan Aslan cinayetine de değinen Solnit, kitapta dünyanın her köşesinde, her an, durmadan tekrarlanan kadına şiddet vakalarından bahsediyor. Öte yandan, bu vakaları hemen hemen hiçbir zaman bir insan hakları meselesi olarak ele almadığımızdan yakınıyor. Yazarın saptaması olağanüstü: "Şiddetin bir ırkı, sınıfı, dini ya da milleti yok, ama şiddetin bir cinsiyeti var." Kadınlara yönelik evrensel şiddet salgınını, hem yakınlarından hem de yabancılardan gördükleri şiddeti durdurmak devletler için, sivil toplum için, tüm insanlık için birincil bir insan hakları meselesi haline gelmeli.

 

Son yılların popüler komedyenlerinden Louis C. K., “çıkmak” (dating) konulu bir bölümde kadınların erkeklerden şiddet görme riskinin geçmişte ve bugün hâlâ ne kadar korkutucu boyutta olduğunu işliyordu. Aslında izlerken kahkahalarla güldüğünüz çok komik bir bölüm; ama pek de değil..

 

"Bir adamla çıkmayı kabul eden bir kadının cesareti, hayallerimin ötesinde bir şey. Bir erkekle çıkmayı kabul eden bir kadın tam anlamıyla aklını yitirmiş olmalı. Kadınlar için en büyük tehdidin erkekler olduğunu göz önünde tutarsak, kadınlar nasıl olur da hâlâ erkekler çıkabilir? Bir numaralı tehdit biziz! Kadınlar için bir numaralı tehdit! Küresel ve tarihsel olarak, kadınların bir numaralı yaralanma ve sakatlanma nedeni biziz. Başlarına gelen en kötü şey biziz! (...) Biz erkekler için bir numaralı tehdit ise ne biliyor musunuz? Kalp hastalığı." (https://youtu.be/UTULoJlD_V4)

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.