Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yeni bir nesil için, yeni bir Sherlock!



Toplam oy: 1456

Kitapların film ve dizi uyarlamalarına gösterilen tepkilerin gücünü aldığı yer okurların inatçı tatminsizliği. Mantıken, uyarlama olacak bir kitabın hatırı sayılır oranda bilinmesi, sevilmesi gerekiyor ki stüdyolar olası seyirci grubunu belirlesin ve ona göre yatırım yapsın. Daha ilk duyurular şurda burda göze çarpmaya başlayınca, sadık okur kitlesi de kıpırdanmaya başlıyor. Sayfalardan taşan, alıp başını yürümüş idolleşmiş karakterler, bir yerlerde 'yaşayan en seksi' seçilmiş gişe magneti aktörlerin insafına bırakıldığında kıyamet artık iyice kopuyor.

 

Bu çekici aktörler, en sevilen karakterleri alıp küçük, yutulması ve sindirilmesi kolay bir hap haline getiriyorlar ki o milyon dolarlar yine aynı şekilde bol sıfırlı hasılata dönüşsün. Aktör seçimi bir yana, bu eserlerin 90 dakikalık bir filme dönüşme sürecinde öyle kırpmalar, yontmalar oluyor ki okurlar iyice köpürüyor: O bölüm nasıl da çıkarılır? Bu karakter nasıl dahil edilmez? Bu reaksiyonları alıp ikiyle çarpınca da karşınıza dizi uyarlamaları çıkıyor. Aslında başta her şey güzel gidecekmiş gibi gözüküyor, çünkü 90 dakikaya sınırlamadan hikayeyi anlatma olanağı var. Ancak, bu sefer de bölüm sonu canavarı olarak reytingler yutuyor kitabı. Kitapta çok önemli olsa da farketmez; seyircinin tutmadığı karaktere ayrılan zaman ya daraltılıyor, ya da o  karakter hiç dahil edilmiyor. Sezonlara bölünen, bölündükçe çoğalan, orijinalinden gitgide uzaklaşan uyarlamalara boğulan okur ise mutsuzluktan, tatminsizlikten küçüldükçe küçülüyor.

 

 

 

 

Sherlock efsanesine dalan son takım

 

 


Tüm bu eleştirilerin tepesine çıkıp da zafer bayrağını gururla diken bir uyarlama sonunda çıktı geldi: Sherlock. Sir Arthur Conan Doyle’un bu 'ölümsüz eseri' hem beyazperdede, hem de televizyonda birçok defa ele alındı; birçok’u açmak gerekirse, 'en fazla canlandırılmış film karakteri' olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na bile girdiğini belirtmek gerek! İlk defa 1887’de basılan ve toplamda dört roman ve 56 kısa öyküden oluşan külliyat, üzerinden 100 küsur yıl geçtiği halde her seferinde başka bir yapımcının, heyecanlı bir senaristin elinde yeniden can buldu. BBC’nin kült dizisi Doctor Who’yu yepyeni genç bir kitleye sevdiren, ukalalar ukalası, yetenek abidesi Steven Moffat ve Mark Gatiss ise Sherlock Holmes efsanesine dalan son takım oldu; çok da iyi oldu. Moffat, 90 dakikalık filmlerde iyi aktarılamayan, sezonlar boyunca da sakız gibi uzatılan hikaye çelişkisinde orta yolu buldu ve her sezonu 90 dakikalık üç bölümden oluşan bir şaheser ortaya çıktı. Ünlü dedektifi canlandıracak çekici aktör/yetenekli aktör ikilemini de tiyatro kökenli, BBC yerlilerinden Benedict Cumberbatch ile bozdu; sağ kolu Dr. Watson ise yine bir başka uyarlama, Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi’nde kendini pek bir sevdiren Martin Freeman oldu. En şaşırtanı da, 221B Baker Street’in sakinlerinin karşımıza günümüz Londra’sında çıkmasıydı: Sherlock Holmes’un telefonuyla mesajlaştığı, Dr. Watson’ın blog yazdığı, baş düşmanlardan Jim Moriarty’nin bir akıllı telefon uygulamasıyla “hain” planlarını gerçekleştirdiği modern bir Londra. Yeni bir nesil için yeni bir Sherlock!

 

 

 

 

 

Altın yumurtlayan tavuk

 

 


Bir belgesel kanalını açtığınızda illa ki bir ‘Karındeşen Jack’ ya da ‘Titanic’ özel programı görürsünüz. Üstünden yıllar geçmesine rağmen hala araştırıyoruz, hala kayıp parçaları arıyoruz, kıyamet kadar kitap okuyor, en son ve en kusursuz bilgiye ulaşmaya çalışıyoruz. Bilgiyi aldığımız yer de artık kitaplardan çok, televizyon ve sinema oluyor, görselin rahatlığına kapılıyoruz hepimiz. Sherlock Holmes da ‘Bermuda Şeytan Üçgeni’nden bile bizi kurtaracak kadar donanımlı bir karakter, tam ihtiyacımız olan şey. Her yeni jenerasyon onu keşfettiğinde tekrar küllerinden doğuyor; Sherlock reenkarnasyonları o jenerasyonun ihtiyacına uygun bir şekilde yeni bir anlam kazanıyor. Özellikle son on yılda çizgi romanların beyazperdeye uyarlanışıyla ya da Doctor Who gibi klasiklerin hortlamasıyla içimizdeki nerd’ler de ayaklanıverdi; bu yüzden olsa gerek Moffat’in Sherlock’u asosyal tarafı hayli ağır basan bir karakter oldu. İnternet üzerinde karakter öyle bir masaya yatırıldı ki, didik didik edile edile, Sherlock kültü evrilerek daha da büyüdü; öyle ki, satışlar ikiye katlandı (%53’lük bir artıştan söz edilmekte), dizinin hayran kitlesi kitabı sevenlerden ayrı olarak büyüdü. 2012’nin ilk iki haftasında ikinci sezonuyla herkesin şöyle bir tozunu aldıktan sonra da, üçüncü sezonun tarihi belirli olmaksızın yine bitti, yine izleyicilerin tadını damağında bıraktı. Her zaman altın yumurtlayan tavuk olarak görülen Sherlock Holmes, yeni jenerasyonda modern sesini bulunca, bu formülü kopyala/yapıştır yapmak isteyenleri de türetti gerçi; New York’ta yaşayan modern Holmes ve kadın bir Dr. ‘Joan’ Watson yakında ekranlara gelecek. Taklitten sakınmamayı okurlar artık öğrenmiş olabilir ama yine de taklidin taklidinden sakınmakta fayda var gibi gözüküyor.

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.