Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Zamansız zamanda iki dedektif



Toplam oy: 793
Keith Ridgway // Çev. Alain Matalon
Jaguar Kitap
Ne tam bir polisiye ne de bilindik kalıplara sığan bir roman...

Sinema ve edebiyatla haşır neşir olanlar, çift dedektifli hikayelere de aşinadır mutlaka. İrlandalı yazar Keith Ridgway de, Hawthorn ile Child’da böyle güçlü bir öykü getiriyor önümüze. Ancak bu, ne tam bir polisiye ne de bilindik kalıplara sığan bir roman. 

 

Bir kere, öncelikle Ridgway, okuru “uyutarak” ilerliyor. Bunu bir metafor olarak algılayın çünkü Hawthorn’un ve Child’ın içinde bulunduğu arabaya benzer biçimde hızlı bir rüyaya giriyoruz. Her şey tam bir polisiye gibi başlıyor; olay yeri, soruşturmalar, tanıklar, şüpheliler ve mekanlar… Ridgway, hikayeyi iki koldan yürütüyor: Birincisi, art arda işlenen suçlar. İkincisi, olayları araştıran dedektiflerimiz. İkilinin neredeyse tüm hal ve hareketleri yazar tarafından bize izlettiriliyor.

 

Acaba yazar, iki dedektifin çözmeye uğraştıklarını ve tarzlarını mı anlatıyor, yoksa onlarla ilgili bilmeceler mi sunuyor? Bu soru hep peşimizde.

 

 

Okuru deli edebilecek bir diğer unsur da, zaman geçişleri. Adeta bir düş gibi; her şey çok mantıklı ama öbür taraftan da değil. Hawthorn ve Child, ortalıkta dolanıp olayları çözmeye çalışırken biz de zaman içindeki bu yolculukları anlamlandırmaya uğraşıyoruz. Child direksiyona geçiyor, Hawthorn ise yatağa ve düşlere. Böylece mevzu polisiye çemberini kırarak efsanevi bir durum oluyor.

 

Ridgway, birbirinden kopuk dosyaları, Hawthorn ve Child zeminine oturtuyor. Mesele, bir diziye dönüşüyor haliyle. Tabii hareket ettiğini sandıkları araba ve kendilerinin aksine etraflarını saran dünyanın kımıltısı, hep bir şekilde karşımızda.

 

Yapmak istedikleriyle istemedikleri arasındaki sınırın Hawthorn’u delirtmesi ve zihnine hiç güvenemez hale getirmesi ise, Ridgway’in okurun aklına düşürdüğü kurtlardan. Hawthorn’u ve Child’ı her zaman diri tutan bir gerçek de şu: “Bir şeyi bilmek onu sonlandırır. Öldürür. Sönüp gider, hakkında karar verilmiştir, bitmiştir ve unutulacaktır. Bizi ayakta tutan bilmemektir.”

 

Acaba yazar, iki dedektifin çözmeye uğraştıklarını ve tarzlarını mı anlatıyor, yoksa onlarla ilgili bilmeceler mi sunuyor? Bu soru hep peşimizde.

 

Britanya’nın boğucu havası da aynı şekilde nefesini ensemizde sürekli hissettiriyor. Hawthorn’un ve Child’ın araştırdığı kimi adamlarla uyumlu bir ortam var romanda. Geçmişi sırlarla dolu zanlılarla gizemli dedektiflerin yolu kesişiyor. Dahası Ridgway, olan bitenleri kovalananların gözünden de yansıtıyor, kamerayı onların eline de tutuşturuyor.

 

Sadece bu değil, zihni sarsıntılı Hawthorn için olaylar da kırılıp dökülüyor, elindeki deftere not ettikleri anlamsızlaşıyor ve aklındaki hikayede boşluklar oluşuyor. Bu anlarda onu silkeleyen kişi ise ortağı Child. Aslında zamansız bir zamanda “var olan” ikilinin sırrı da burada; tarzlarını, olaylara yaklaşımlarını ve yöntemlerini belirleyen ipuçlarını bize gösteren bir anahtar. Ridgway bu anlamda hem kafa karıştırıcı bir işe imza atıyor hem de ara sıra her şeyi açık ediyor. Tabii o kapıdan girebilenlere... 

 

Ridgway, sanki dedektifmişiz gibi bizi çalıştırıyor. Sadece olayları aydınlatmak için değil, aynı zamanda Hawthorn’u ve Child’ı çözmek için de...

 

 


 

* Görsel: Mert Tugen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.