Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sıradanlığın iplikleri



Toplam oy: 1605
Tuncer Erdem
Yapı Kredi Yayınları
Bu metinlere öykü demeyi tercih etmiyorum. Zira, ekserisi öykü formundan ziyade anlatı ya da günce olarak okunmaya daha açık.

Pessoa, o büyük Huzursuzluğun Kitabı’nda, “Düşlerimde günlük hayatı imgelerle süslemeyi, sıradanlığı olağanüstü göstermeyi öğrendim; kuytu köşeleri, ölü eşyaları yalancı bir gülüşle parlatmayı, belki bir teselli olur diye, kendimi anlattığım cümlelere ahenk katmayı,” der. Tuncer Erdem’in yeni kitabı bak, gene o şey’in de bu alıntıyla açılması tesadüf değil elbet. Sıradanlığın bilgisini eğirmek, onu ilmek ilmek örüp daha önce olmadığı bir şeye, kilimdeki bir desene dönüştürmek... Desenler sınırsız olabilir: Grotesk, romantik, girift ya da baştan savma. Desenler bir geleneği devam ettirebilir ya da yeni desenler üretebilir: Yazarın tercihi! Tuncer Erdem ise, bu heyecan verici oyunda sakinliği, yavaşlık ve dinginliği tercih etmiş, sıradanlığın ipliklerine uzaktan bakıyor.

 

 

 

bak, gene o şey’de bizi, iki üç sayfalık metinler bekliyor. Hepsine de tek heceli, üç harfli isimler yakıştırmış Erdem. Haliyle, kitabın bizi kısalığa ve sadeliğe davet ettiğini söyleyebiliriz. Ben anlatıcıyla, okur olduğunu tahmin ettiğimiz “sen”e hitaben yazılmış 34 kısa metin. Bu metinlere öykü demeyi tercih etmiyorum. Zira, ekserisi öykü formundan ziyade anlatı ya da günce olarak okunmaya daha açık. Bu metinlerin ortak özelliklerinden biri de an’ların birer tarifi, birer yakın okuması olmaları. Bu an, gündelik hayatta şahit olunan bir olayın dondurulmuş bir sahnesi de olabilir, bir insanlık hali, bir imge ya da bir fotoğraf da... Bu an’ları genişletme, derinleştirme üzerine kuruyor kitabını Erdem. Hikaye etmeden an’ı tarif ediyor metinler. Örneğin biri şöyle başlıyor: “İşte, tam o anda yakaladım onları.”

 

Bir bakmalar ve görmeler manzumesi

 

Bu kitabın anlatıcısı olarak Tuncer Erdem’in metinlere rengini veren tavrı, bahsetmeye değer. An’ları tarif eden bu anlatıcı, ben anlatıcı, sadece bir gözlemci olarak var. Sadece uzaktan bakan bir gözlemci olduğundan, tarif ettiği an’a dair bilgisi de, perspektifi de sınırlı. Haliyle, an üzerindeki yaratıcı gücü de sınırlı. Bu sınırlılık, an’a dokunamayıp yalnızca perspektifin izin verdiği kadarını görüp anlatabilmek, yazarın ressamlığıyla birleştiğinde daha anlamlı hale geliyor. Aynı zamanda kitabı bir bakmalar ve görmeler manzumesi haline getiriyor. Fakat bu bakmaların, kitabın başındaki Pessoa alıntısının işaret ettiği gibi bir olağanüstüleştirici, süsleyici, parlaklaştırıcı etkisi olduğunu söylemek zor. An’lar, gözlemcinin onları gördüğü kadarıyla ve üslubunun sadeliğiyle varlar. Bu an betimlemeleri, Pessoa’nın izinde, süslendiklerinde ve üslupla birleştiklerinde aksi takdirde fark edilmeyecek bir insanlık halinin cilalanması, parlaklaşması gibi bir rol üstlenebilirler. Yahut, daha büyük bir anlatının içinde, o anlatının içinde inşa edici, temel koyucu bir işlevi olabilir. Ancak bak, gene o şey’de an’lar, imgeler, haller bu bahsettiğimiz iki görevi de üstlenmeden, serazat bir halde dolaşıyorlar. Erdem de bu durumun farkında olacak ki, kitabın son metninde bir özeleştiride bulunuyor: “Ama bak sıkılırsan söyle. Gücenmem. Oracıkta keserim,” diyor. Siz ne dersiniz?

 

 


 

 

* Görsel: Wangechi Mutu

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.