Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

bir kısa bir uzun



Toplam oy: 1186
İrem Karabaş
Alakarga Sanat Yayınları
karabaş, kadınlık durumunun tatsız, dehşetengiz yönlerini de ihmal etmemiş, nitekim şöyle diyor: “yaşadığım coğrafyada ‘kadın olmak’ her an üçüncü sayfaya haber olma potansiyelini içinde barındırır.”

bir cümlecik yer aldığı mecraya göre anlam değiştirebiliyor. sabit fikir’in geçen sayısının kapağındaki 'kadının kalemle imtihanı' sözü de bana nihan kaya’nın aynı başlıklı makalesinden çok farklı şeyler düşündürüp zihnime bir sürü isim üşüştürdü. kaya’nın başarıyla betimlediği engellere rağmen edebiyat kadınların kurtarılmış bölgelerinden biri.

 

özellikle romanın bir tür olarak ortaya çıkışıyla eş zamanlı olarak kaleme sarılmış pek çok kadın var, örneğin ingiliz romanının kadınların sırtında yükseldiğini söylemek bile yanlış olmaz. türkçe edebiyatta da tezer özlü’den, füruzan’a, leyla erbil’den adalet ağaoğlu’na, perihan mağden’den nezihe araz’a, ilk ağızda birçok isim sayarız; elif şafak, ayşe kulin gibi çoksatarlar ve şairler bir yanda kalsa bile.

 

 

ama bir tür olarak hikayenin, kadın yazarlar açısından özel bir önemi var bence. aklıma hemen, kadınlar da vardır adlı kitabıyla feministlerin ilk sloganlarından 'kadınlar vardır'a ilham vermiş olan erendiz atasü geliyor; füruzan’dan leyla erbil’e birçok kadın bize çok kıymetli öyküler sundu.

 

 

 

 

 

yıllar önce suzan samancı ile yaptığımız röportajda ilk hikayesini bir takvimden koparttığı yaprağa, ev halkı uyuduktan sonra yazdığını anlatmıştı. hikaye kadınlara mahsus hayat tarzına uygun bir tür. bir/birkaç çocuğun sorumluluğu üzerinizdeyken ve ne yıllık ne de haftalık izni olan evişleri beklerken insanın kısa metinlere yönelmesinde şaşacak bir şey yok. bir romanın gerektirdiği uzun kapanma hali birçok kadın için ulaşılmaz bir lüks olabilir.


öte yandan yazmak, yazabilmek için kadınlık belasından kurtulmak ve bununla birlikte onun getirdiği hazlardan vazgeçmek zorunda kalmış pek çok yazar da var. bunların arasında edebiyatında da sırtını kadın dünyasına dönmüş olanlara rastlanıyor ki bunu da anlayışla karşılamak gerek.


bu yazıda size ilk kitabı tanrı mandalina ağacına tırmanınca’dan söz edeceğim irem karabaş onlardan değil. daha kitabın ilk hikayesini, belki de sadece kadınların ve onlara hizmet eden terzi, kuaför, modacı gibi mesleklerden erkeklerin bildiği bir dünyanın ortasına oturup anlatıyor. kadınlar evet belki ağırlıklı olarak kendilerini erkeklere beğendirmek için giyinir, süslenir. ama bu iş bir kültür haline geldiğinde –tıpkı ev eşyalarının üzerine yerleştirilen örtüler gibi- 'hedef'ten bağımsız bir iç rekabetin nesnesi, konusu olabilir.

 


ama bakışını bunlarla sınırlamamış karabaş, kadınlık durumunun tatsız, dehşetengiz yönlerini de ihmal etmemiş, nitekim şöyle diyor: “yaşadığım coğrafyada ‘kadın olmak’ her an üçüncü sayfaya haber olma potansiyelini içinde barındırır. sadece bu bile tek başına bir gerilim sebebi. daha iyi eğitim görerek, sosyal statü kazanarak filan belayı savuşturacağınızı, kendi güvenlik şeridinizi çekerek korunaklı olacağınızı sanmanız ölümcül bir hata bence. biri gelir, şeridi geçer. bakarsınız adınızın baş harfleriyle anılıyorsunuz. bu tehdidi iliğimde kemiğimde hissediyorum. paranoyak değilim. günü kazasız belasız atlatmaya çabalıyorum. bu işi yaparken de ister istemez gözüm kadınlara takılıyor. çünkü en çok onları görüyorum çırpınırken” diyor.

 

 

 

o da pek çok hemcinsi gibi yazmaya kolay başlamamış. “bugüne kadar pek fena sayılmayacak üniversitelerden birkaç diploma topladım. iki çocuk büyüttüm. taksi şoförlüğü, öğretmenlik, hastabakıcılık gibi fahri işleri hiç saymıyorum. baktım uzun yıllar geçmiş. 'bu kadar, buraya kadar’ dedim. haliyle, açığa zaman çıktı. okumak için artık gece saat onu beklemem gerekmiyordu. yazdıklarımı da çekmeceden çıkarıp alıcı gözle bakmaya başladığım zaman, hemen hemen aynı döneme denk geliyor. sonra umag'a gittim. yazdıklarımı bir göz okusun, eleştirsin istedim. ama bu işi acımazsızca yapmalıydı. çünkü çok iyi yazarları, onların çok iyi eserlerini okumuştum, hala okuyorum. bu saatten sonra - yani bindiğim tüm trenlerden atladıktan sonra- yetişmek istediğim, son bir tren asla değildi edebiyat. gerçekten iyi bir şey yazarsam, yazabilirsem yayımlansın istedim. değilse çöpe gidebilirdi. umurumda olmayacaktı. sözcükler dergisi yayımladı öykülerimi. sonra da kitaplaştı” diye anlatıyor.

 

tanrı mandalina ağacına tırmanınca, belki de bu kaza sonucu gözleri kör olmuş bir tanrı’nın, artık görmediği kulları üzerine hikayeler anlatıyor. ihmal edilen çocukları bilirsiniz, ya olmayacak şeyler gelir başlarına ya da olmayacak şeyler yaparlar. karabaş da, incecik bir kitaba başka şeylerin yanı sıra iki cinayet, iki de sıkı aşk sığdırmayı başarmış. ama yine de, en azından kendi adıma konuşayım, okur biraz daha hacimli bir şey bekliyor açıkçası. bunu sorduğumda “haklısınız, öyle takoz gibi bir kitap olmadı” diyerek anlattıkları bana edebiyattan kariyer devşirme derdinde olmayan bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu düşündürdü. ama işte yine de…

 

 

 

 

 

özellikle kahramanın dilinden yazmadığı öykülerde bir gazeteci dili etkisi hissettim, umarım bundan uzaklaşır.
her ilk kitap bir başlangıç. irem karabaş’ın, son on yılda edebiyatımızda hak ettiği değere tekrar kavuşan hikaye türünde, behçet çelik, murat özyaşar, kerem ışık, pelin buzluk ve ahmet büke gibi isimlerin yanında yer almasını umuyorum.
son olarak bir başka büke’nin eserinden söz etmek istiyorum. flüt sanatçısı ve yazar aydın büke’nin romantizmin ışığı clara adlı kitabından. robert schumann’ın eşi, brahms’ın büyük bir aşkla bağlandığı clara’nın kendisi de önemli bir piyanist. romantizmin ışığı clara, belgelere dayanan muhteşem bir yaşam öyküsü. üstelik okurunu farklı alanlarda bilgilendiriyor ve düşünmeye sevk ediyor. kadınların sanat ve sanatçılar karşısındaki konumunun yanı sıra müzik tarihinde piyanonun altın çağı sayılan bir dönemi de clara ve çevresindekilerin hayatı üzerinden tanıma fırsatı sunuyor okuruna. aşk, tarih, müzik, heyecan hepsi bu kitapta demiyorsam aydın büke böyle bir tanımdan nefret edeceği için.


gelin görün ki epey hacimli bir kitap bu ama su gibi akıp gidiyor ve hele klasik müzikle biraz ilgiliyseniz inanın tatile bile götürebilirsiniz, dersem yazarı da incitmeyeceğimi umuyorum.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Bir iki öykü dışında çok başarılı bulduğum bir kitap. Karakterleri derinlemesine anlatmış, kimi zaman sürprizli, kimi zaman da muğlak bırakılmış sonlar. Ellerine sağlık. Devamını bekliyoruz...

55%
45%

Eline sağlık Ayşe, güzel bir eleştiriydi.

42%
58%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.