Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir virüs olarak kitap



Toplam oy: 1159
Carlos María Domínguez // Çeviri: Seda Ersavcı
Jaguar Kitap
İki türlü okumaya elverişli bir metin var elimizde: fazla kurcalamadan yüzeydeki ile yetinebilir ya da ipuçlarının peşinde keşiflere çıkabilirsiniz.

“Çevirmeni ve yayımcısı –eğer böyle bir hakları varsa– bu kitabı Cem Ersavcı’nın aziz hatırasına ithaf eder.” Carlos María Domínguez’in Kâğıt Ev isimli “romancığı” bu ithaf ile başlıyor. Cem Ersavcı’yı geçtiğimiz ağustos ayında bir trafik kazasında kaybettik. Özellikle son 40 yıldır gençlerini öldürmek için her türlü imkanı seferber eden bu devletlü ve devletli toplumsallıkta bu kez sabıkalı oyunculardan trafik sahneye çıkmıştı. Kitabın kapağında o güzel çocuğun, Cem’in çektiği bir fotoğraf var, çevirmen ise ikiz kardeşi Seda Ersavcı, bu da kitabımızın ilk cümlesi: “1998 ilkbaharında Bluma Lennon, Soho’daki bir kitapçıdan Emily Dickinson’ın Şiirler’inin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı.”

 

Hikaye/kitap bir başka coğrafyada, yazarın asla aklına gelmeyecek bir biçimde bir başka insanlık durumunun parçası haline geliyor. Bir gün önce sıradan bir nesne, kitaplardan bir kitap olan şu kitap, şimdi karşımda tarif edemediğim duygulanımların kaynağı olarak duruyor. Anlatı sayfaların dışına taşıyor, nesnellik kazanıyor; bir sele kapılmış sürükleniyor gibi hissediyorum. Beynime doluşan imgeleri, metindeki referanslarla birlikte oluşan çağrışımları kontrol edip, derleyip toparlayıp anlamlı ve düzgün cümleler haline getirebilme becerisinden yoksunum.

 

“Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir,” cümlesi geliyor üsttekinin ardından. Pek çok benzer cümle vardır, mesela Yeni Hayat’ın ilk cümlesi. Kitaplar insanların kaderlerini çok farklı şekillerde değiştirebilirler. Mesela esir alabilirler. Bu esaretinse iki biçimi vardır: Kitaba ve her türlü basılı nesneye olan olan esaret, ki koleksiyonculuk da denir, ve okuma esareti. İkisinin kesiştiği bir küme de mevcuttur; ancak o kümede bulunan kişi biriktirme bağımlılığından kendisini kurtaramaz ise, o kadar büyük kitap yığınları arasında kalır ki onları düzenlemeye çalışmaktan artık okumaya fırsat bulamaz hale gelir. O keşif duygusu ve keşfin gerçekleştiği andaki adrenalin insanın tüm bedenini ele geçirir; kişinin gözü artık iş, eş, aş görmez olur, bir mecnun gibi basılı matbuatın peşinde dolaşarak tüketir yaşamını. İnsanlar kitapları kullanmaz, kitaplar insanları kullanır; biz tükendikçe yeni kurbanlarını ele geçirirler; eleştirmenin dediği gibi bilirler ki insan tükenmez!

 

Öte yandan organik bütünlüğümüzün bir parçasıdır düşünce ve kendisi de organik ve fizikidir. Dolayısıyla kitap ile kurduğumuz düşünsel ilişkinin sonucunda fiziksel olarak da değişiriz, benimsediğimiz düşünceler fiziki/organik varlığımızın bir parçası olarak bizi de değiştirir, dönüştürürler: Kitaplar ve düşünceler bir metafor olmanın ötesinde gerçek virüslerdir.

 

Dinamik tematik düzenleme



 

“Onun sanat eseriydi bu kütüphane.” Okuyucu ve biriktirici olan pek çok kitapsever için öyledir. Kitapların nasıl düzenleneceği konusu da kitapların sayısı ve çeşidi standart kütüphane sistemlerini kullanmayı gerektirmeyecek kadar az ama yine de bir düzen bulmayı gerektirecek kadar çok olduğunda, ayrı bir keyifli sorun olarak ortaya çıkar. Romanımızın tam merkezi noktalarından birisinde de bu soruya verilmiş fantastik bir yanıt bulunuyor: Dinamik tematik düzenleme. Kitapseverin yaşı ilerledikçe, vefat etmiş kitapseverlerin kütüphanelerinin başlarına gelenler artık gözlerini parlatan bir fırsat olarak değil, pek yakında kendi başına gelecek kaçınılmaz bir kader gibi gözükür. O ağır soru ortaya böylece çıkar: Benden sonra ne olacak bu sanat eserine?

 

Şiir okurken araba altında kalan Bluma Lennon, Cambridge’de bir akademisyendir. Anlatıcı ise onun yerini alan, sağlığında yatağını da paylaşmış olduğu (ama tek sevgilisi değil) bir arkadaşı, bir başka akademisyen. Bir gün Bluma adına bir zarf gelir okuldaki odasına: “Zarfı açmamla elimin ayağımın birbirine dolaşması bir oldu. Gidip odanın kapısını kapattım ve Gölge Hattı’nın bu eski püskü baskısına bir kez daha baktım. Bluma’nın Joseph Conrad üzerine yazmakta olduğu tezden haberdardım, fakat beni daha çok şaşırtan, kitabın ön ve arka kapaklarının kir tabakasıyla kaplı olmasıydı. Sayfalarının kenarlarında çalışma masasının pırıl pırıl ahşap yüzeyine ince bir toz yayılmasına neden olan çimento kalıntıları vardı.” Ve kapağı açtığında Bluma’nın ithafını görür: “Carlos’a. Çılgın Monterrey günlerinde bana havaalanından havaalanına kadar eşlik etti bu kitap. Cadının teki olduğum ve hemen tahmin ediverdiğim için üzgünüm: Beni asla şaşırtamazsın. 8 Haziran 1996.” Anlatıcımız bu kitabın gizinin peşine düşecektir. Bluma’nın Carlos isimli bir şahsa ithaf ederek verdiği bu kitap neden yeniden ona gönderilmiştir ve bu alışılmadık çimento kaplı halinin nedeni nedir? Carlos kimdir?

 

Bu arada yazarın, Domínguez’in, kitabı “Büyük Joseph’in anısına” yani Joseph Conrad’a ithaf ettiğini de belirtelim. Yani okuyucu açısından işin içine bir de Conrad ve “Gölge Hattı” öyküsü problemi dahil oluyor. Bu arada kafaları biraz daha karıştırmak için şu ipucunu da fısıldayalım: Domínguez Arjantinli, malum Borges de Arjantinli, ve Conrad’ın bu öyküsü Borges’in de sevdiği ve üzerinde düşündüğü öykülerden. “Gölge Hattı”nı merak eden okur, Can Yayınları’ndan çıkmış olan Üç Deniz Öyküsü kitabını okuyabilir.

 

Kâğıt Ev’i okuyunca ister istemez Borges’in şu sözleri geliyor akla: “Sanıyorum ki Conrad haklıydı. Gerçekten kimse dünyanın realistik mi fantastik mi olduğunu bilemez, yani dünya doğal bir süreç midir yoksa bir tür düş müdür, bizim diğerleri ile paylaştığımız ya da paylaşmadığımız bir düş.” Domínguez de romanında Conrad’dan şu alıntıyı yapar: “Canlıların dünyası kendi içinde yeterince mucize ve gizem barındırır; bu mucizeler ve gizemler öylesine açıklanamaz bir şekilde duygularımızı ve zihnimizi etkiler ki, hayat mefhumunu neredeyse efsunlu kılar.”

 

Yine iki türlü okumaya elverişli bir metin var elimizde: fazla kurcalamadan yüzeydeki ile yetinebilir, ya da ipuçlarının peşinde keşiflere çıkabilirsiniz. Keyfinize kalmış. Ben ikincisini yaptım ama hâlâ karayı göremedim, açık denizdeyim.

 

 


 

 

* Görsel: Mert Tugen


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.