Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Cami’de edebiyat deneyleri



Toplam oy: 1206
İsmail Pelit
Geyikli Gece Yayınları

Bir kitabı elinize aldığınızda ona nasıl davranacağınızı bilemiyorsanız o kitapta bir ilginçlik var demektir ve kitaplar söz konusu olduğunda ilginçlikler genelde iyidir. Kutudan çıkan kitap, iki ayrı kitabı bir arada tutuyordu, filmlerde bir figürün hemen arkasına saklanan ve aniden yana atlayan bir ikinci figür gibi kitap ikiye bölünüverdi; şimdi soru, biri bu tarafa diğeri öte yana bakan kitaplardan hangisini okumak gerektiğiydi. İsmail Pelit’in Cami’si iki kapılı veya iki pencereli bir yapıya sahip, insanın aklına doğrudan Henry James’in “The Art of Fiction”daki ünlü lafını getiriyor: Kurmaca evinin tek bir tane değil, milyonlarca penceresi vardır. Ancak daha sonra şu da söylenmiştir: Tek bir penceresi yoktur kurmaca evinin, doğru, ama bu evin tek bir kapısı olsa gerektir. O zaman Cami karşısında yaşadığımız ilk deneyim, ontolojiktir: ona girmenin kendisi bir sorun olarak belirir. Baştaki açıklamada şöyle deniliyor: “Bu yapıt aynı vakitte, aynı koşullarda iki kişi tarafından, iki devrede okunmak üzere iki yönlü olarak kurulmuştur. Yapıtın ‘iki kişilik‘ olduğu gerçeği, onun iki kişi tarafından iki ayrı yönden, aynı zamanda okunmasının rica değil gereklilik olduğunu unutulmamalıdır. Ancak iki kişiyle kavranacak gerçekliğin sunumudur bu.” 



Bu açıklama da sorunu çözmeye yetmez. Kitabı iki kişi, aynı anda, iki farklı devrede okuyacaksak, ilk devrede hangi kitabı okuyacağımı seçmeyi isteyebilirim. Bu karşımdaki kişi tarafından da tekrarlanabilecek bir istek olduğuna göre, ikili bir sorundur ve bir ilişkinin iç işleyişlerine tabidir (iki taraf da ilk hangi kitabı okuyacağını seçmeyi isteyebilir; taraflardan biri bu haktan -seçme hakkından- feragat ederek seçimi karşı tarafa bırakabilir; iki kişi de seçim yapmamayı tercih eder ve ilk okunacak kitabı bir tesadüf -havaya atılan bir bozuk para?- belirler). Üstelik Cami’yi yalnız olduğunuz bir günde okumayı isterseniz (veya onu birlikte okuyacağınız bir başka kişi zaten yoksa) sorun daha da farklı bir görünüme bürünür; şimdi iki devreden ilkine hangi kitaptan başlayacağınız, bütünüyle bir ‘öncelik‘ meselesine dönüşmüştür, hangisini önce okuyacağınızı belirlemek istersiniz çünkü zaten iki kitabı da tek başınıza okuyacaksınızdır ve şimdi ilk kitabın hangisi olduğunu, ‘doğru öncelik’in nasıl belirlendiğini anlamanın peşine düşersiniz.

Peki bu kitaplar neyi anlatır? Kocası ölen bir kadın, Hülya, ölü kocasının inşa ettiği bir eve hapsolmuş durumda; başını ağrıtan hastalığından ötürü sürekli olarak bir doktora danışıyor, bedeninin içinde ise dışarı çıkmayı bekleyen bebeği var. Kocası, ailesi, evlerinin inşaatı ve hastane odası {Cami}‘nin (bu bölümün ismi bu) ilk sayfalarında içiçe giriyor. Bir araya getirilmiş yan cümlecikler virgüllerle birbirlerinden ayrılıyorlar ve bütünüyle küçük harfler kullanarak yazılmış kitabın her paragrafının sonunda bir virgüle rastlıyoruz. Bu tekniğin bir bilinç akışının virgülleri mi olduğunu merak ediyor insan -ancak okudukça, daha çok nefessiz kalmış birinin anlatımı etkisi yaptığını görüyorsunuz. Bir örnek: “Hastanın başında annesi elinde ceviz, içini yemiş, kızına da teklif etmiş, kızı açmıyor ağzını, gövde ki bu kadar kapalı olsun dışarıya, hayret, karanlığın içinde gölgesiz yatıp dursun, acısının içinde ne gölgesi, gölgesizliğini düşünecek durumda mı Hülya, annesi, elinde ceviz kabukları.” Buradaki sözcüklerden hiçbiri Hülya’ya veya annesine ait değil, hepsi onların başında duran ve gördüklerini büyük bir hızla bize aktarmaya çalışan, yer yer nefesi kesilen, yer yer daha uzun cümlelerle konuşabilen anlatıcıya ait.  

Bir nesne olarak büyük bir heyecan yaratan kitabın içindeki metin, tam da bu yüzden, ilk başta bir hayalkırıklığına neden oluyor. Ne de olsa bu anlatım bize bir bilinci aktarmayı başarmaktan çok bir bilinci aktardığını varsayan psikolojik romanların sesini taklit etmeyi deniyor, şu bölümde olduğu gibi: “Uykusuna dönmek istiyor Hülya, eski uykusunun içinde, onun içine çıkınca acısının içinden çıkmış olarak, gövdesini algılamaktan kurtulmak, gövdeye sahip olmak istemiyor şimdi, bu odada bu yatakta gerdeğe girdiği gerçeği, gövdesi olmadığını bu yatakta anladı, sevdiği erkek kendi gövdesiyle ona gövdesini anlattı, sürtünmeyle çalışıyordu iki gövdenin arasında ölüm, ama gövdelerin sahipleri bunu duyamayacak kadar anlamış gövdelerini, ölümün dışarıya çıkması, yaşamın kapalılığına girmesi, yahu siz en son ne zaman kendi gövdenizin çıplaklığını ölümünüzünkiyle değiştirdiniz?”
 
Buradaki sorun çok daha çarpıcı. Cümlenin sonunda “yahu siz” diye bağırmaya başlayan ses, cümlenin başında bize uykusuna dönmek isteyen Hülya’yı anlatacağını varsaydığımız, bunu yapmayı deneyen, bunu yaparken Hülya’nın sözcüklerini bulmak yerine onun üzerine elindeki sözcüklerle bastıran (“sürtünmeyle çalışıyordu iki gövdenin arasında ölüm”, uykusuna dönmek isteyen Hülya’nın sesinden çok şiir yazmayı özleyen bir romancının iç geçirmesine benziyor) sesle aynı. Benzer bir muğlaklık şu tür sözcük seçimlerinde de karşımıza çıkıyor: “Kızının herhangi yerine bakarkenki şefkatle bakıyor gerdandaki anahtara, yerini beğenmiyor anahtarın, Hülya annesinin dalgın yüzünü okumağa çalışıyor, ama okunaksız, üzerinden ölüm geçmiş gibi bu yüzden kavlatılacak ne var, susku bile orada değil, orada olan yüze gerilen derin düşünce değil, anlamak üzere kendini unutan insanın nasıl oluyorsa yaşamağa devam edişini belirtmek üzere gözlerin içinden dudaklara kadar alelacele yamalanmış uzaklık, okunmuyor.”  

Burada okurun “kavlatılacak”  sözcüğünün ne anlama gelebileceğini kestirmeye çalışmakla başlayan dertleri, “yamalanmış uzaklık”la çözümsüz bir noktaya ilerlerken “anlamak üzere kendini unutan insanın nasıl oluyorsa yaşamağa devam edişini belirtmek” ifadesiyle bütünüyle farklı bir boyuta geçiyor, sonundaki “okunmuyor” ifadesine benzer biçimde bu cümle “anlaşılmıyor”.

Ancak Cami’nin anlaşılmazlıkları  ve muğlaklıkları bir süre sonra Gotik bir binanın üzerine yerleşmiş canavar heykellerine, gargoyle’lara benzemeye başlıyor. Kitap anlaşılır bir ortam değil, anlaşılmaz bir mimari biçim olmayı seçiyor. Zaten okur, bir mimari biçim olarak tasarlanmış metnin gerçekçi bir roman olamayacak kadar tuhaf olduğunu, yazarın kendisinden önce fark ettiğini hissediyor. Bu noktadan itibaren Hülya’nın ve annesinin hastane, doğumhane, ev arasındaki yaşantılarının anlatımında karşımıza çıkan virgüller, kesik bir anlatımdan çok bir aciliyete işaret etmeye başlıyorlar. “Ambulansın arka kapıları açılıyor, sedye aşağıya indirilirken elbisesi dikkatini çekiyor herkesin, ‘bu kıyafetle burada...‘ ne işi olabilir işte, hemen içeri alınıyor, doğum yaptıracak doktor sakinleştirici vurulmasını istiyor, kaslar gevşemeli...” Şimdi hızlı bir biçime doğuma doğru düştüğümüzü hissediyoruz. {Cami} ferahlatıcı bir imgeyle, kapının ötesinde, dışarıda bitiyor. İçten dışa yapılan yolculuk, bir evin terkediliş öyküsü aynı zamanda. Bu terk anında kitabı çeviriyor, [Cami]‘nin kapısını açıyoruz. [Cami] bütünüyle farklı bir yapıya sahip, {Cami}‘nin iyi kıvıramadığı gerçekçi roman numaralarına girmeyip masalsı, Bilge Karasu’nun en güzel öykülerini akla getiren bir anlatı olmaya girişiyor. Ancak öncelikle bir tefekkür eylemiyle içiçe girmiş kapı anlatımları: “Kapısı yok olduğunda, yapının anlamı yok olmuştur, direnemez yapı. Dikkat edin yıkılan evlerin çoğu, önce kapılarını yitirir. Özellikle köylerde, kasabalarda ören yerlerine bakın, damı ufalanıp yok olmuş evin sadece kapı çerçevesi yerindedir. Kapı ise yapıdan son çıkan kişi tarafından ahşapsa marangoza, madeni ise eskiciye haraç mezat satılmağa götürülmüştür. Kapının yapıdan sökülüp götürülmesi ile yıkım başlar.

Bu güzellikte cümlelere her gün rastlamaz insan, "kapının yapıdan sökülüp götürülmesi" ifadesinin isteksizliği onu izleyen "yıkım"ın kısa ama kesin gücüyle birleştiğinde cümle kendi orantısız şekliyle tarif ettiği durumu okura iletmiş olur. Dokuz kapılı bir ölü evini, kadınların cesetlerini ‘örerek’ gömen bir kasabayı, bu işi yapan bir ustayı ve onun çırağını anlatan bu kitabın yapısı belirgin biçimde farklı. {Cami}‘de metnin yapısından bahsederken, öncelikle sözcüğün mimari anlamında Gotik insanın aklına geliyordu; [Cami]’de Gotik olan ise bizzat öykünün konusu. Cesetleri merakla incelediğimiz bu bölümlerde soyut imgeler karşımıza çıktığında onları çok daha rahatlıkla kabul ediyoruz, tıpkı ölüm ile silgi arasındaki kurulan şu metafor ilişkisinde olduğu gibi: “Ölüm yuvarlak, yumuşak, top iriliğinde silgidir. Bana doğru geliyor, arkası karanlık, silgi bana yaklaştıkça karanlık da yaklaşıyor, silgi geldikçe arkasını karanlığa sokuyor, yaklaşıyor bana silgi, ayaklarıma geliyor, top gibi fırlatmak istiyorum onu, ayağımı gerip hızla ona vursam diye geçiyor aklımdan, nereye bilmiyorum.”

İsmail Pelit'in belki de en güzel buluşu bu: bir top olarak ölüm. Ece Ayhan'ın "Silgi silerek silinir"ine bir nazire gibi duran bu "silerek yaklaşan top" kaçınılmazlığı ve hedefini şaşırmayışıyla elimizdeki karanlık kitabın sonunda karşımıza çıktığında, doğum ile ölümün kitabın iki yanında yattığını, kitabın onları birer komşuya dönüştürdüğünü de fark ediyoruz. İlk bakışta iki pencereye veya iki kapıya benzeyen bu tuhaf ve özel kitaplara son bakışımızda onlarda yanyana kazılmış iki mezar görmemiz de herhalde bu yüzden: Gotik mimari içinde ikisi de benzer biçimde toprak altına gömülmüş durumda ve hareketsizler.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.