Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ertelenen Nobel Ve Türler Arasında Salınan Rahatsız Edi̇ci̇ Bi̇r Roman



Toplam oy: 115
Polonya’nın en saygın edebiyat ödüllerinden olan Nike Ödülü’nün sahibi olan Olga Tokarczuk, 2018 yılında da hem Man Booker Uluslararası Ödülü’ne hem de -bir yıl gecikmeli de olsa- Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Fakat Peter Handke skandalının gölgesinde kaldı.

Şuna hiç kimsenin itirazı olmaz sanırım: Dünyanın en saygın edebiyat ödülü kuşkusuz Nobel Edebiyat Ödülü’dür. 1901 yılından günümüze kadar süregelmiş, köklü bir ödül. Edebiyatseverlerin, yazar ve okur kamusunun yakından takip ettiği bu ödül, 2006 yılında Orhan Pamuk’a, yani ilk kez Türk bir yazara verildi ve Türkiye’de de altı çizili bir dikkate mazhar oldu. Fakat yüz yılı aşkın bir süredir verilen Nobel Edebiyat Ödülü, tarihinde ilk kez bir skandalla gündeme geldi ve 2018 yılında verilmedi. 1935 yılında ödüle layık birinin bulunamaması ve İkinci Dünya Savaşı sırasında da altı yıl boyunca verilmemesinden çok ama çok farklı bir sebeple akamete uğradı: Cinsel taciz iddiaları, akademi üyelerinin istifaları, tartışmalar ve nihayetinde kamuoyunun güvenini sarsmamak adına ödülün iptali.

 

2019 yılına geldiğimizde, İsveç Kraliyet Akademisi hem 2019 hem de 2018 Nobel Edebiyat Ödülleri’ni birlikte ilan etti. 2019 yılının Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan, Avusturyalı yazar Peter Handke oldu. Eserlerinin yanı sıra uç siyasi düşünceleriyle de tanınan, özellikle de Srebrenitsa katliamının baş sorumlusu Sırp lider Miloseviç’e olan desteği ve sevgisi tüm dünyaca bilinen Handke’nin ödül alması bambaşka bir gündem oluşturdu. Birçok yazar, entelektüel ve siyasetçi tarafından yoğun bir tepki alan Nobel komitesinden, altmış bin kişinin imzaladığı bir dilekçeyle, bu ödül kararının geri çekilmesi dahi istendi.


Türk okurunun yeni tanıdığı bir yazar
Tüm bunlar olup biterken, 2018 yılının Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Polonyalı yazar Olga Tokarczuk’un ismi, haliyle, epeyce bir gölgede kaldı…
Polonya’nın en saygın edebiyat ödüllerinden olan Nike Ödülü’nün sahibi olan Olga Tokarczuk, 2018 yılında da hem Man Booker Uluslararası Ödülü’ne hem de -bir yıl gecikmeli de olsa- Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. 1962 doğumlu Tokarczuk romanları ve öyküleriyle, kırktan fazla dile çevrilmiş bir yazar olmasına rağmen Türk okurunun pek de aşina olduğu bir isim sayılmaz. 2004 yılından itibaren öykü derlemeleri ve en meşhur romanı olan Koşucular (Alabanda Yayınları, 2016) Türkçeye kazandırılmış olsa da ismini pek de duyurabilmiş diyemeyiz. Timaş Yayınları tarafından geçtiğimiz şubat ayında yayınlanan ve Neşe Taluy Yüce’nin Lehçe aslından dilimize kazandırdığı Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde adlı romanıyla yeniden -hatta Nobel’i bir milat sayarsak, bir bakıma ilk kez- Türk okuruyla buluşmuş oldu Olga Tokarczuk.
İsmini, 18. yüzyılın en ünlü İngiliz mistik şairlerinden William Blake’in dünyaca ünlü eserlerinden biri olan Cennet ve Cehennemin Evliliği’ndeki bir dizeden alan ve her bölümü Blake’den bir alıntıyla açılan Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde romanı, kendi dili olan Lehçe’de ilk kez 2009 yılında yayımlanmış. Türkçeye ancak aradan geçen on bir seneden sonra kazandırılan bu roman, aynı zamanda 2017 yılında beyazperdeye de uyarlanmış. Yönetmen koltuğunda Agnieszka Holland’ın oturduğu film, 67. Uluslararası Berlin Film Festivali’nin ana yarışma bölümünde Altın Ayı için yarışmak üzere seçilmiş ve İz adıyla Türkiye’de de gösterime girmiş, ama pek ses getirememiş maalesef. (Filmi izledim ve böylelikle hiçbir filmin bir edebiyat eserinin yerini tutamayacağı fikrim daha da güçlenmiş oldu.)

İç içe geçmiş birden fazla tür

Bir taşra anlatısı, bir kara komedi, bir polisiye, bir masal, bir gerilim… Kısacası, iç içe geçmiş birden fazla türün ortaya çıkardığı oldukça kendine has bir romanla karşı karşıyayız. Astrolojiye meraklı, yarım asrı devirmiş, bir taraftan William Blake şiirlerini tercüme etmeye çalışan bir İngilizce öğretmeni olan başkarakterimiz Janina anlatıyor bize tüm hikâyeyi. Avcılık, hatta çoğu zaman da kaçak avcılık yapan komşusu Koca Ayak’ın evinde ölü bulunması ile başlıyor her şey. Duruma bakılırsa, boğazına takılıp kalan bir geyik kemiği neden olmuş ölümüne. Peki, olay yerinde hazır bulunan geyikler, kendilerini hoyratça avlayan bu adamdan bir intikam almış olabilirler mi acaba?
Janina Duszejko böyle düşünüyor: Çünkü o hayvanların bunu yapabilecek güçte olduğuna inanan, onların haklarını -belki biraz da abartılı bir şekilde- daima savunan, tuhaf, hatta biraz da kaçık ve yalnız bir kadın zaten… Bölüm başlarındaki ürkütücü düşündürücülükteki Blake alıntılarını bu tuhaf başkarakterimizin zihin ve duygu dünyasıyla birleştirerek başta doğa ve insan ilişkisi olmak üzere yaşam-ölüm, suç-ceza gibi kavramları soru işaretli cümlelere dönüştürüp okurun beyninin bir köşesine bolca asıveriyor yazar. Duszejko’yu bilgelikle delilik arasında getirip götüren yalnızlığı, onun kendiyle olan eğlenceli konuşmaları, insanlardan uzaklaşıp doğaya ve özellikle de hayvanlara olan derin bağlılığı, romanın en ana izleğini oluşturuyor diyebiliriz. “Roman yazmak benim için, kendi kendine masal anlatmak gibi bir şey.” diyen Olga Tokarczuk, tıpkı bu sözün sahibinin bir izdüşümü gibi okuyabileceğimiz karakterine kendi kendine masallar anlattırarak, bizi en başta da söylediğimiz gibi farklı edebi türlerin bir araya geldiği bir yapının içinde dolaştırmaya başlıyor. Felsefe ile kara mizah bir arada; tabii daha sırada gerilim, hatta polisiye de var…
Koca Ayak’ın evde ölü bulunmasından sonra, köyde birdenbire bir salgın gibi ölümler baş gösteriyor. Vahşice öldürülmüş, bir cinayete kurban gitmiş gibi duran bu insanların ortak yanları ne peki? Bir seri katil mi dolaşıyor etrafta, yoksa gerçekten doğanın, daha doğrusu hayvanların birer intikamı mı tüm bu olup bitenler? Kader, adalet, ayrımcılık, eşitlik ve daha birçok meselenin bu türden bir ölümler silsilesi üzerinden ele alınışı, romanın okurun beynine asıverdiği soru işareti çengellerini daha da anlamlı kılıyor.
Her anlamda oldukça farklı, alışılmadık bir tarza sahip, türler arasında salınan Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde romanından uzun uzadıya bahsedebilmek pek de kolay değil. (Bir romanı anlayabilmek için okumaktan başka ne gelir ki zaten bir okurun elinden?) Son olarak, şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ama: Çok seveceğiniz ve aynı zamanda hiç hoşlanmayacağınız, rahatsız edici bir roman var önünüzde; tıpkı insan gibi, tıpkı dünya gibi, tıpkı ölüm gibi, tıpkı hayat gibi, tıpkı kader gibi, tıpkı sizin gibi.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.