Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İlki Daha İyiydi



Toplam oy: 119
Mackintosh, ilk kitabı Su Kürü’yle özgün bir anlatı sunmuştu bizlere. Bir adada yaşayan Kral, eşi ve üç kızını karakter olarak seçmiş, bu ailenin dış dünyayla bağlantısını koparmış ve kadın olmaya dair bir distopya için mekân olarak bir “ada” sunmuştu okura- bir Lantimos filmine ne kadar da benzediğinden söz etmiştim, altı ay öncesinde. Mavi Bilet’i de bu türden bir anlatı olarak okumak istemiştim ama bu roman biraz daha farklı görünüyor. Konusundan kısaca bahsetmek gerekirse…

Mavi Bilet, ilk romanı Su Kürü’yle Booker ödülüne aday gösterilen Mackintosh’un ikinci kitabı. Kitap, tıpkı Su Kürü’ndeki gibi kadın hikâyesine odaklanıyor. “Atwoodvari” bir anlatı olmanın kıyısından dönen Mavi Bilet, Begüm Kovulmaz çevirisiyle Türkçede.

 

Mackintosh, ilk kitabı Su Kürü’yle özgün bir anlatı sunmuştu bizlere. Bir adada yaşayan Kral, eşi ve üç kızını karakter olarak seçmiş, bu ailenin dış dünyayla bağlantısını koparmış ve kadın olmaya dair bir distopya için mekân olarak bir “ada” sunmuştu okura- bir Lantimos filmine ne kadar da benzediğinden söz etmiştim, altı ay öncesinde. Mavi Bilet’i de bu türden bir anlatı olarak okumak istemiştim ama bu roman biraz daha farklı görünüyor. Konusundan kısaca bahsetmek gerekirse… Kadınlar, ilk regl olduklarında, geleceklerine karar verecek bir tür kura çekiyorlar. Mavi bileti seçenler kariyer kadını olurken, beyaz bileti seçenler anneliğe adım atıyor ve böylece özgür irade diye bir şeyden söz etmek mümkün olmuyor.


Mavi bilet kariyer, beyaz bilet annelik
Fikir olarak güzel duran bu romanda, Mackintosh ilk kitabındaki gibi bir tür ada-evren yaratmak yerine anlatısını başkarakterimiz Calla’nın ağzından çıkan sözlere emanet ediyor. Bu kuranın sebepleri ve sonuçları, böyle bir ritüelin nasıl doğduğu, bu kurala neden riayet edildiği, kadınların ne tür bir ortamda hangi şartlarda yaşadığı gibi sorular belirsiz. Sadece kurallarla açılıyor kitap: Mavi bilet kariyer, beyaz bilet annelik. Bunun dışında, yaşam pek de farklı görünmüyor; kadınlar barlara gidebiliyorlar, günlük hayatlarına pek de işleyen bir denetim mekanizması olmasa gerek ki birileriyle tanışıp ilişki yaşayabiliyorlar, vesaire. Öyle distopik bir evren -bilet dışında- yok karşımızda. Bu nedenle, bir “Ol dedim ve oldu” durumu göze çarpmıyor değil. Atwood’un o karanlık dünyasına adım atamıyoruz bir türlü. Çünkü dediğim gibi, kuralların neden ve nasıl olduğu, buna zorlayanların kimler oldukları, ne tür bir toplumda yaşadığımız bilgileri bizde mevcut değil. Bu sebeple, hikâye havada kalmış bir şekilde başlıyoruz kitaba. Mesela mavi bilete layık görülmüş birinin ne tür bir denetimden geçeceği gibi sorular da müphem kalıyor ve haliyle, henüz en başından aklımızda bir “Neden buna uyuyorlar ki” sorusu beliriyor. Tüm distopyalarda öyle değil midir? İnsanlara uymaları için belirli kurallar tanınıyorsa, benim bir okur ya da izleyici olarak, bu kurallara insanların hangi saiklerle riayet ettiğini görmek gibi bir hakkım olmalı ki ben de kani olayım, mavi bilet çeken birinin buna sorgusuz sualsiz uyması gerektiğine.
Nihayetinde, biletini seçip kariyerine odaklanması gereken Calla, kariyer yerine kendisini “çağıran” anneliğe kulak vermeyi seçiyor ve sonrasında kitabımız bir aksiyon bölümüne, Calla’nın kaçışına odaklanıyor. Fakat burada da Calla karakterimiz bize ayrıntılı bir biçimde anlatılmadığı için, karakterin motivasyonuyla empati kuramıyoruz. Yani, Calla’ya mavi bilet çıktığında, oturup “Ah, nasıl olur, Calla anne olmak istiyordu?” diye üzülmüyoruz çünkü elimizde öyle bir veri yok. Calla anne olmak istiyormuş… Ama bir anda anneliğe doğru adım atmak isteyen karakterin bizde tekabül ettiği bir yer de yok. Böylelikle, bir aksiyon filminden daha fazla tat alamıyoruz kitaptan; en azından kitabın vadettiği feminist sorgulama, toplumsal eleştiriler, o keskin yazım vesaire, bir anda boşa düşüyor. Bize de oturup okumak, kitabın bitimini beklemek kalıyor.
Uzun lafın kısası, bundan altı ay önce, Su Kürü için, bedeni tanımladığı ölçüde sınırlanan, eleştirdiği özcülüğü tekrar üreten bir roman olduğunu yazmış, yine de Handmaid’s Tale dizisinden sonra iyice görünür olan feminist anlatılara özgün bir katkı olduğundan bahsetmişim. Mavi Bilet, Su Kürü’nden birkaç tık geride, bu söylenmeli. Mackintosh’tan bir şey okuyacaksanız, bu kesinlikle Su Kürü olmalı.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.