Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İyi niyetli bir yolname



Toplam oy: 1373
Nazan Bekiroğlu
Timaş Yayınları
Nar Ağacı, sonucundan çok serimleriyle kendini var etmeyi düşlemiş, bir yere varmaktan ziyade yolda kalmayı benimsemiş ve okuyucusundan da bunu bekleyen, tevekkül taşları ile örülmüş, gönül sızısı ile yazılmış, tekerrürün tefekkürü bir roman.

''Seni kirpiklerimle öldürürüm diyen yar
Aman sakın durmasın öldürürse öldürsün''
 

Hafız Divanı

 

 

Yazarların da şehirler gibi kendi iklimleri, kendilerine özgü kokuları var. Kiminin istemeden edindiği, üzerine yakıştırılan kimininse anılmaktan bilakis gurur duyduğu edebi alın yazıları. 

 

 

 


Nazan Bekiroğlu'nun üçüncü romanı Nar Ağacı da kendini şark ikliminde var etmekten çekinmeyen, kurgusu, sözcük seçimleri, tasavvufi düğümleri ve nefsi marziye derecesindeki karakterleriyle garbın öte diyarından, garba rağmen baharat kokulu külli bir roman. İklimin böyle apaçık sergilendiği bir bahiste kitabın kendi okuyucusunu bulması da güç olmayacaktır. Güç olan kendi benzerlerinin arasından sıyrılabilecek bir dili arama ve bulma. Dilde, kurguda, olay düğümlerinde, karakter tipolojisinde bir arayışa girişme cesareti ya da benzerleri arasında yerini almanın gönenci.

 

 

 

 

Nar Ağacı, cesareti kurguda arıyor. Yazar, öznel ve nesnel anlatımı bir arada kullanmayı deneyerek, kendi kişisel yolculuğu ile romana yön vermeyi tercih ediyor. Bu tercih başlarda okuyucuyu bir yol güncesinin meraklı girizgahına davet ediyorsa da daha sonra araya giren hikayeler ve hikayelerin kendilerini var edişlerindeki bağımsızlık yol güncelerini romanın bir çıkıntısı, sade bir hayali olmaktan öteye taşıyamıyor. Öyle ki yazarın Trabzon'dan başlayıp Tebriz, Tiflis, Batum ve İstanbul hattında ilerleyen öznel yol anlatıları, Trabzonlu Zehra ile Tebrizli Setterhan'ın melodram sevdasının anlatısına gölge etmekten başka bir ihsan eylemiyor.

 

 

 

Yazar, yirminci yüzyıl başlarından I. Dünya Savaşı'na doğru evrilen zamanda çatısını 'aşk'la kurduğu bir tarih anlatısına girişiyor. Bu tarihin içinde Trabzon'un sokakları da var, Tebriz'deki pilavın çeşitliliği de, konik kubbeli Gürcü kiliseleri de. Bekiroğlu, şehir geçişlerinde okuyucuya bahsettiği ve kendisini de yollara sürükleyen fotoğraflara kitapta yer vermeyi tercih etseydi sanki yolun sadakati ile meşkin hakikati birbirinden koparak daha yakın bir köprü kurabilirdi okuyucuya. Yazar, yazarın öğrencisi Yasemen romanın diğer ve asıl kahramanları Zehra ve Setterhan ile adeta çatışıyor. Ana karakteri bulma konusunda okuyucunun romana yoğunlaşmasını ve bir karakterle katharsis oluşturmasını engelleyen amansız bir çatışma bu.

 

 

 

 

 

Oysa ki Tebrizli Setterhan nevi şahsına münhasır, bir aşka dur diyebilecek kadar kendine güveni, uzak bir sevdayı bekleyebilecek denli yarına ümidi ve cesareti olan, sanatı da hayatı ile bütünleştirmeyi bilmiş, Taht-ı Süleyman'ın iyi işlenmiş bir başkarakteri. Setterhan ile yola çıkan ve sadece nesnel anlatımı tercih eden bir bakış romanı daha etkili kılabilirdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nar Ağacı yerel anlatıları, sokaktan sesler taşıyabilmesiyle de I. Dünya Savaşı öncesi Garp kentlerine kültürel bir yolculuk yapmak isteyenler için bir anı rehberi niteliğinde. Bekiroğlu, romanının seriminde Hafız beyitlerinden mescit derslerine, menkıbelerden Şahname'ye derin bir erenler faslından faydalanmış; ''Tebriz'e geri dönmek lazımdır. Allahın ipine sarılmak, Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesselemin sünnetine tutunmak, hele Hz. Ali'nin pak yaşamında apaçık görünen kılavuza göre hiza almak, Ehl-i Beyt'in ahlakıyla ahlaklanmak lazımdır. Hepsi de elhamdülillah Tebriz'de hazır ve nazırdır.'' Dili de bu erenler faslından hayli etkilenmiş. Detaylı kişi tasvirleri, betimlemeler ve çağrışımlar romanın biçemi halini almış: ''Rengi atmış siyah bir palto vardı sırtında, başında hafif arkaya yatık bir Tebriz kalpağı, ayaklarında eskice çizmeler. İlk bakışta hiçbir albenisi olmayan orta boylu, sakin 37-38 yaşlarındaki bu narin adam mesela Kapalıçarşı'da gümüş işlemeci zannedilebilirdi. Şayet ortasında derin bir kırışık bulunan kaşlar altındaki gözleriyle bakmasaydı ve ağzını açıp konuşmasaydı. Ağzından dalgalı bir deniz dökülüyordu ve onunla bir kez olsun göz göze gelenin bu gözleri unutmasına imkan yoktu.''

 

 

 

 

 

Binnetice Nar Ağacı, sonucundan çok serimleriyle kendini var etmeyi düşlemiş, bir yere varmaktan ziyade yolda kalmayı benimsemiş ve okuyucusundan da bunu bekleyen, tevekkül taşları ile örülmüş, gönül sızısı ile yazılmış, tekerrürün tefekkürü bir roman. Yol aşkına hidayete erenleri kendine çağıran, söylemi de ekini de yeni olmayan ama şarkı ve aşkı yeniden anlatmayı deneyen iyi niyetli bir yolname.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.