Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Lolita'nın rızası



Toplam oy: 1089
Bonnie Nadzam
İthaki Yayınları

 

Okumaya başladıktan hemen sonra farkedeceksin ki, olayların örgüsünü ve karakterleri bir yerlerden hatırlıyorsun. Orta yaşı geçmiş bir adam, 11 yaşında bir kız. Kızın adam tarafından fark edilen teni, bedeni. Bir tuhaf ilişki. Arabanın içi. Otel odaları. Amerika. Yol. Yalanlar. Kaçış. Masumiyetin sonu. Nabokov’un Lolita’sı değil mi bu? Evet, ama değil.

Söz konusu kitap, Bonnie Nadzam’ın 2011 Flaherty - Dunnan İlk Roman Ödülü kazanmış romanı Lamb. İlk romanların kendine özgü bir duruşu olur, acemi bir cesaretle doğarlar. Hatta bitişik yazalım ve ilkroman diye bir tür ilan edelim. Yazarın ilk romanı yazmak için bir ömür boyu vakti vardır. Ne kadar erken yaşta yayımlanırsa, o kadar az ömür harcanır ilk romana. Bu vakti okuyarak geçirdiğini varsayalım. Okuduklarından etkilenerek, olayı Murat Gülsoy’un muhteşem teşhisi kriptomneziye* kadar ilerlettiğini iddia edecek kadar kanıt yok elimizde. Ancak Nadzam’ın söyleşilerinde Lolita’yı yarısında okumayı bıraktığını özellikle söylemesi akla Shakespeare’i getiriyor : “Kadının yeminleri aşırı geldi bana”**

Bana kalırsa, Nadzam son derece zekice bir eleştirmen tuzağı kurgulamış, satır aralarına eleştirmenler bulsun da  paragraflar doldursun diye Lolita’ya ait ipuçları yerleştirmiş. İsteyen, buyursun aradaki 7 farkı bulsun. Eleştirmenler Clare Quilty gibi Lolita’nın peşine düşe dursun, Nadzam’ın karakterleri romanın içinde özgürce kendi öykülerini yaşıyor: “Kız, David Lamb’i tekrar kendi içine ve açıkçası vazgeçmeye pek de hazır olmadığı somut bir dünyaya çekiverdi. Lamb, içinde olduğunu sandığı öyküden vazgeçmeye hazır değildi.”

Lamb’deki Lolita etkisini, bir ilkromandan büyük Amerikan romanlarından birine hürmet gösterisi (homage) olarak kabul edip hayatımıza devam edelim. Doğrusunu söylemek gerekirse Lamb, sadece bir Lolita kıyaslaması olarak değerlendirilmekten fazlasını hak eden bir kitap. Ürkütücü ve rahatsız edici okuma süreci, ağır bir hüzün ve çaresizlik duygusuyla bitecek.

“-Ben elli dört yaşındayım, peki ya sen?
-On bir.
-Daha erken doğmuş olmak istemez miydin?”

David Lamb, kuzu kılığında elli dörtlük bir kurt. Karısını genç bir iş arkadaşıyla aldatıyor, önce karısını sonra işini  kaybediyor. Üstüne babası ölüyor. Bu kayıpların kendi hayat öyküsüne nasıl bir son hazırladığını biliyor. On bir yaşındaki Tommie’yi evden kaçıp kendisiyle uzun bir yolculuğa çıkmaya ikna ettiğinde, kendisini de bu yaptığının kaçırma değil, kurtarma olduğuna ikna ediyor. İkna için gerçeği eğip bükmek gerekir. David Lamb, yalanlardan öyküler, öykülerden hayatını düzeltecek tövbeler çıkarmaya çabalıyor. Çaresizce zaman kazanmak, felaketini geciktirmek, kaybettiği masumiyetini yeniden bulabilmek için. Bu nedenle zamanın geçmişte donduğu, her şeyin eski günlerdeki gibi kaldığı doğadaki bir eve götürüyor Tommie’yi. Doğaya en aykırı işi yapmak için.

 


“Kendine ait bir irade öne sürmediği sürece ne kadar kudretliydi bu kız.”


Tommie, on bir yaşında çilli bir kuzu ve kendi rızasıyla Lamb ile gidiyor. Lamb bizi buna inandırmaya çalışıyor. Nasıl inanabiliriz? Dehşete düşer, sözlerimizi yitiririz. Rıza denen şey, Tanrı-baba-sevgili erkini kendinde toplayan adamın adıdır. Tommie’nin masumluğu, Lamb’e eskiden yaptığı yanlışları düzeltme, ihtiyaç duyulma, sevilme, nefsini kontrol etme, olmak istediği adammış gibi olma şansı veriyor. Ancak Lamb, Tommie’nin karşısında güçsüz. Hem bu masumiyeti korumak istiyor hem de yok etmek: “Ve bütün bunları iki kere istedi. Hem bunları istedi hem de elde ettiğini bilmeyi.”

David Lamb, manipülasyonlarıyla okurun kanını dondururan kurnaz bir narsist. Sevgilisi üzerinde kullandığı ikna ve telkin yöntemleriyle, Tommie’nin üzerinde kurduğu psikolojik baskı benzerlik gösteriyor. Ama roman boyunca hissettiği suçluluğu, yaptıklarını ‘iyi’ kılmak için aradığı bahaneleri, kurduğu yalanları da okuyoruz. Bonnie Nadzam, son yargıyı okura bırakmış. Lamb kötü bir adam. Lamb bir kurban.Tommie ne hissediyor? Tommie, sesini pek çıkarmıyor. Yaşadığı bu macera onu ağlatsa, korkutsa da, Lamb’in öğrettiği, doğada hayatta kalma yöntemleri onu şehirdeki hayatla daha güçlü bir şekilde başa çıkmaya hazırlayabilir. Bu noktada David Lamb tarafından ikna edildiğini fark edeceksin. Rıza göstermiş miydin?

 

 

Amerikan kabusu



Romanın arka planında Amerikan rüyasının kabusa dönüşmesi var. Çökmüş sistem, parçalanmış aileler, yürümeyen sefil ilişkiler. Metruk, zavallı bir Amerikan kırsalı. Zamanında bir hayali gerçekleştirmek için inşa edilmiş şimdi viraneye dönmüş bir sığınak. Sert ve acımasız bir doğa. David Lamb, Amerika aslında. Tommie ise masumiyeti çalınmış gelecek.

Lamb, şiir ekonomisiyle yazılmış çok güzel cümlelerle dolu, diyalogları son derece başarıyla kurgulanmış bir roman. Sıradışı ve güvenilmez bir anlatıcı var karşımızda. Olayları ve başta Tommie olmak üzere diğer karakterleri Lamb’in gördüğü gibi anlatıyor, asla onların kafasının içine girmiyor. Lamb’in, hayat hikayesini yalanlarla anlatmasına izin veriyor. Taraf tutmadığını kanıtlamak için, ara sıra, öyküye ara verip okura doğrudan sesleniyor.

Lamb, aynı zamanda bir gerilim romanı. Savunmasız Tommie’nin devamlı felaketin kıyısında tutulması ve David Lamb’in çizgiyi aşmasına hep ramak kalması sayesinde sonuna kadar temposunu koruyor. Okuru kötü bir şey olmasını merakla beklemekle, olmamasına dua etmek arasına sıkıştırıyor.

Lamb, yarattığı Lolita’yı tekrar okuma isteği ile hoş bir sürpriz. Ama asıl önemi, onlu yaşlardaki kız çocukları için rıza ve iradenin anlamını tekrar sorgulamamıza, yeniden algılamamıza, utanmamıza, çok utanmamıza vesile olması. Pek çok dile yerleşmiş, mecazi olarak ‘baştan çıkaran günahkar çocukkadın’ anlamında kullanılan lolita tanımına masumiyetini geri vermenin tam zamanı.


*Sabitfikir 10. 05. 2011 Bilmeden Çalmak, Murat Gülsoy
**“The lady doth protest too much, methinks” Hamlet Perde 3 Sahne 2
(Sabahattin Eyüboğlu çevirisi)

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.