Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Bağzı” öyküler yazıldı bile



Toplam oy: 910
Madem gençleri seviyor ve el üstünde tutuyoruz, neden “ustaları” önce buyur ediyoruz?

Gezi olayları devam ederken, o zamanlar halen bir “komün” olan Gezi Parkı’nda bir yazar arkadaşımla buluşmuştuk. Şaşkın gözlerle etrafı seyrediyorduk. Gezi Kütüphanesi'ne doğru yol alırken pat diye, “Bu olayın romanını kim yazacak acaba?” diye sordum. Beş on sene sonra birileri yazar gibi bir şeyler geveledik. Evet, esaslı edebiyatın ortaya çıkması için bu acayip dalgalanmanın durulması, yaşananların hazmedilmesi gerekiyordu. Öyle pat diye bir roman yazılamazdı, yazılsa da çiğ kalırdı. Çok sonra çıkmasını beklediğimiz bu roman değil ama derleme bir “gezi edebiyatı” yayımlandı yakın zaman önce.
28 yazarın Gezi’ye dair öykülerini bir araya getiren Bağzı Şeylere Öyküler, adını o malum slogandan alıyor: “Kahrolsun Bağzı Şeyler.” Bu slogan Gezi’nin amorfluğunu, alaycılığını ve içerdiği çeşitliliği ifade ediyordu. Bu anlamda, kitaba bu adın seçilmesi yerinde bir tercih. 28 yazar, çeşitli noktalardan kendi deneyimleriyle bu amorf olaya bir anlam vermeye, havada uçuşan parçaları hikayeye dönüştürmeye çalışıyor. Bu kitabın olayı nakde çevirmeye çalışan fırsatçı girişimlerden farklı olduğunu da belirtmek lazım. Kitabın geliriyle “Gezi Direnişi’nde yaşamlarını yitirenler ve yaralananlar adına anı fidanlığı” oluşturulacakmış. (Fidanlık fikri da tabii ki Gezi’deki “ağaç” ruhuna çok uygun.)


Kitap, editör Kadir Yüksel’in handikabı yüksek bir yazısıyla açılıyor. Gezi’nin dinamosu “gençlere” hakkını vermeye çalışsa da, gerontokrasiden, yani “yaşlı hiyerarşisi”nden mustarip bir yazı bu. “Bravo size gençler!” tutumu, bence aslında gençleri yücelten değil, “Şaşırttınız bizi gençler”le daha iyi açıklanan bir gönül indirmeyi ifade ediyor. Övülen gençler, kendilerine genç diye hitap edilmesinin altında yatan bu hiyerarşiyi anlayabilecek kadar zekiler. Ayrıca bu olayı “gençlere” indirgemek de doğru değil; “genç olmayan” o kadar çok insan vardı ki... Yazarların yaş hiyerarşisine göre, kitaptaki ifadeyle “ustadan gence doğru” sıralanması da ciddi bir handikap. Madem gençleri seviyor ve el üstünde tutuyoruz, neden “ustaları” önce buyur ediyoruz?

Kıyıda köşede kalmış bakışlar

 

 

Kitap Ferit Edgü’nün –öyküsü diyemeyeceğim– “notuyla” açılıyor. Gençleri ümidi kaybetmemeye sevk eden bir notla. “Onlar geçmişi inşa etmek istiyor, Gençlik ise yepyeni bir geleceği.” Kimdir bu gençlik, genç kaç yaşına kadar gençtir, gibi sorular tabii cevapsız kalıyor. “Geleceğiniz için gezi-nin,” diyor Edgü iyi niyetle ama bence burada “gençlere” dışarıdan bir bakışla öğüt veren bir “yaşlı snobluğu” söz konusu. Son olarak bir de düzeltme: Edgü, Gezi olaylarını –haklı olarak– Mayıs 68’le kıyaslayarak, “De Gaulle 1968 gençliğine ‘maskaralar’ dedi ama sonunda evinin yolunu tutan o oldu,” demiş.  Halbuki De Gaulle, 68 olaylarının hemen ardından ezici bir seçim zaferi kazanmıştı. Romantizme yelken açarken, gerçeğin rüzgarlarını çarpıtmamak gerekiyor.


Kitaptaki hikayelerden burada tek tek bahsetmem mümkün değil. Beni en çok etkileyenlere değinmekle yetineceğim. Edebiyatın işi, malumu bir vakanüvis edasında ilan etmek değil de malum olmayanı işlemek ve bir hikaye haline getirmek olduğu için, bu kitaptaki hikayelerden en çok kıyıda köşede kalmış bakışları yüzeye çıkaranları sevdim.


İlhan Durusel ve Tansu M. Gülaydın’ın “Ayrı Düşmüş Metinler”i kitaptaki en “deneysel” hikaye. Serbest çağrışımlı parçalardan oluşan diyaloglarla olan biteni “karşı tarafın” ve polisin gözüyle anlatıyor. Gezi direnişinin ironik ve alaycı tonuna yakışan bir hikaye. Kerem Işık’ın ironiyi merkeze alan “Belkili İnsan Dolması” ise mutlağın karşısına “belki”yi koyuyor ama “belki”yi mutlaklaştırmak gibi bir hataya düşüyor. Özcan Öztürk de benzer bir ironiyi “Tamam, Mı? Devam, Mı?”da kullanarak, olaylara kendi vahşetinden ve durduğu yerden şüphe eden bir polisin gözüyle bakıyor.  Ve bu esnada da o eski halkın polisi/devletin polisi meselelerine göz kırpıyor.


Zafer Doruk ise “Kuşbakışı”nda bambaşka bir kanala girip olayları Gezi civarında uçan iki karganın gözünden anlatıyor. Fabllardaki o klasik yabancılaştırma efektini kullanarak, yaşananlara kelimenin gerçek anlamıyla “kuşbakışı” bakıyor. Kargaların siyah ve seslerinin çirkin olması hasebiyle insanlar tarafından uğradığı ayrımcılıkla Gezi eylemcileri arasında kurulan paralellik de takdire şayan. Mahir Ünsal Eriş de “Park Uykusu”nda benzer bir yöntemle, olanları Gezi parkını mesken tutmuş bir sokak köpeğinin gözünden anlatıyor. Parkta kurulan geçici komün hayatının güzelliği ve polisin şiddetinin vehametini bu mahcup, sadık dosttan dinlemek insanın boğazına bir şeylerin düğümlenmesine yol açıyor.


 


Gezi olayları esnasında parkın geçmişine dair tartışmalar da yapıldı. Eskiden Topçu Kışlası olan bölge İnönü tarafından İnönü Gezisi’ne çevrilmişti, bu kadarı çok konuşuldu. Ama tarihte biraz daha geri gidince, alttan bambaşka bir hikaye çıkıyordu. O bölge 1939’a kadar Surp-Ermeni Mezarlığı’na aitti. Aziz Gökdemir “Civan”da işte bu geçmişe iniyor. Başından gaz fişeğiyle yaralanan Civan’ın (Divan Otel’e gönderme) o mezarlıkta yatan iki gayrimüslim müteveffanın konuşmasına kulak misafiri olması aracılığıyla bu tarih gözler önüne seriliyor. Kitaptaki bence en “edebi” hikaye...


Mehmet Fırat Pürselim ise “Kompozisyon”da olayları geleceğe taşıyor ve kurduğu Brave New World (yanlış bir çeviri olduğu Cesur Yeni Dünya ismini kullanmıyorum) benzeri dünyada Gezi Parkı’nı, doğayı talan etmek isteyen ultra-rasyonalist, kapitalist ve otoriter aklın varabileceği noktaları gösteren bir distopya çiziyor. Manidar bir hikaye, zira 1984, Brave New World gibi distopyalarda mübalağa gibi duran tahakküm tasvirleri Gezi olaylarında gerçek anlamda karşımıza çıktı.


Bu çeşitliliğe diğer hikayelerin sunduğu perspektifler de eklenince, ortaya çok yönlü bir toplam çıkıyor. Tabii eksik yönler de var; bunlar da belki başka bir kitaba diyelim. 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.