Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Felsefe

Felsefe

ÖLÜMCÜL HASTALIK UMUTSUZLUK



Toplam oy: 785
Sören Kierkegaard
Doğu Batı Yayınları

“Bu anlatım biçimi birçok okuyucuya yalın gelebilir; bu biçim tasarlanıp gerçekleştirilemeyecek kadar kuru gelebilir, spekülatif bir kesinliğe sahip olamayacak kadar fazla ayrıntılı görünebilir. Çok mu ayrıntılı bilmiyorum; çok mu kuru zannetmiyorum ve eğer bu biçim gerçekten öyleyse bu bana göre büyük bir eksiklik olurdu.”

                                                Soren Aabye Kierkegaard

Modern Varoluşçuluğun kurucusu olarak nam salan ve buna paralel olarak ironik biçimde soyadı “Mezarlık” anlamına gelen Danimarkalı filozof Soren Aabye Kierkegaard’ın felsefi düşüncesindeki temel kavramların kapsamlı açıklamasını içeren “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” isimli eseri Doğu-Batı Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı. Modern felsefede başta Heidegger olmak üzere pek çok ismin (Jaspers, Sartre) düşüncesini felsefelerinin temeline yerleştirdiği Kierkegaard’ın bu önemli eseri inanç ve akıl diyalektiğinin bir analizi olarak önümüzde durmakta. Filozofun Aydınlanma’nın akıl anlayışına karşı geliştirdiği bu inanç savunusu tüm eserlerinde hâkim bir tema olarak karşımıza çıkmaktadır. Aydınlanma anlayışının “İnsan Akıldan İbarettir” önermesine karşılık, Kierkegaard Korku’dan, Titreme’den ve İnanç’tan bahseder. “Yaşamın Akışkanlaştırılması”nı içeren bir felsefedir onunkisi. Etkilerini sonrasında Heidegger, Nietzsche, Jaspers gibi yaşam filozoflarında görebileceğimiz bu felsefi anlayış, dünyanın içerisinde varolanlar olarak bizlerin gündelik hayatta göremediğimiz “Gerçekliğin” keşfine odaklanmaktadır. 19.yüzyıl sonlarının başat teması olan bu keşif aynı dönemde pek çok düşünürde de karşımıza çıkmaktadır. Aklın arkasındaki istenci arayan Shopenhauer, tarihin arkasındaki biyolojiyi araştıran Darwin, tinin arkasındaki ekonomiyi çözümleyen Marx ve nihayet kurgunun arkasındaki ölümlü varoluşu sorgulayan Kierkegaard. Çok sonraları Martin Heidegger’in “Dünyanın Dünyalanması” olarak tanımlayacağı bu felsefi anlayış varlık imkânlarını araştırmak adına tasarlanmış bir sistemdir. Kierkegaard’ın Varlık eleştirisi de bu noktada başlar. İçine varoluşu katmayan bir inancın olamayacağını savunan Kierkegaard’ın yaşamı akışkanlaştırma düşüncesini, katı kurallarla sabitlenmiş olan ve varlığı göz ardı eden Hıristiyanlık inancını diriltme biçimine dönüştürdüğünü söylemek mümkündür kanımca.

“Öznellik Hakikattir” şiarından yola çıkan Kierkegaard, aynı zamanda bu hakikate akılla ulaşılamayacağı gerçeğini de belirterek; düşüncesinin temelindeki “Paradoks” kavramını inşa etmiştir. Ölümcül Hastalık Umutsuzluk eserinde de belirttiği üzere özelde Hıristiyan inancının, genel olarak ise inancın özü paradoksaldır. Kierkegaard’a göre. Düşüncenin, düşünemeyeceği bir şey bulma çabası olarak tanımlanan inanç, varoluşun özüdür. Varlığı ortaya çıkaran inanç ve varoluşu kavramlarla anlatmanın olanaksızlığını vurgulayan Kierkegaard’a göre ölümlü varlıklar olarak bizlerin inancı yakalaması ve dolayısıyla var olması sadece bir “An”dır. Bunun dışında düşünce ve varoluş birleşemez özelliklere sahiptir. Çok sonraları Carl Schmidt’in siyaset felsefesine ve Heidegger’in varlık anlayışına da nüfuz eden Kierkegaard’ın “An”ında, Tanrı yaşamın içine dalar ve birey inancın üzerine sıçramaya cesaret etme kararını vermeye çağrıldığını duyumsar. Böyle bir anda bireyi Mesih’ten ayıran “Tarihsel Zaman” anlamsızlaşır. Bu mesajın hitap ettiği kimse Mesih’le “eşzamanlı” olarak var olur. Filozofun “Magnum Opus” u olarak tanımlanabilecek “Korku ve Titreme” eserinde seçtiği anlatı da bunu özetler niteliktedir. Varlığın özgürlüğü seçtiği anda çatışma ve korkuyu bir arada yaşadığını düşüncesinin temeline yerleştiren Kierkegaard, bu “Ruh Hali”ni İbrahim Peygamber örneği üzerinden anlatmayı seçmiştir. İbrahim Peygamberin oğlunu kurban etme girişiminin içinde varoluşun sonucu olan inancın akıldışı, paradoksal ve anlaşılmaz yanını çok açık biçimde bulabileceğimizi betimler.

Sonlu ile sonsuzun, tinle maddenin, özgürlükle zorunluluğun bir sentezi olarak insan bu çatışmaların varlığını görmezden gelip, sonlu varlığının içine kapanırsa “Umutsuzluğa Düşer”. “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” eserini özetleyen cümle budur kanımca. Varoluşu eserin pek çok yerinde “Kendi olmaya cesaret etmek” biçiminde tanımlayan Kierkegaard, bu cesaretin ortaya çıkmamasını ya da göz ardı edilmesini “Umutsuzluk” olarak tanımlamaktadır. Eserin ilk bölümünü bu durumun tespitine ayıran filozof, 2. Bölümde “Umutsuzluğun Nasıl Sağaltılacağı” konusuna odaklanmaktadır. Birinci bölümde yer alan “Umutsuzluğun Somutlaşma Biçimleri”nden en önemlisi inancın olmayışının yarattığı umutsuzluktur filozofa göre. Ölümü bir son olarak gören Varlık umutsuzluğa düşmeye mahkûmdur, çünkü umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmadığı inancıdır. Ölümü bir son olarak görmeyen ve dirilişe inanan Hıristiyanlığın içindeyse bu umutsuzluğa yer yoktur. Son umudun eksikliği olarak ortaya çıkan umutsuzluk, Kierkegaard’da “Ölümü Ölmek” ile eşanlamlıdır. Varlığın “Varoluş” alanına inanç ile sıçrayabileceğini savunan filozofta asıl umutsuzluk tüm bahsedilenlerin toplamı olan “Kendinden umutsuzluğa düşmek” olarak karşımıza çıkmaktadır. Kierkegaard’ın aynı zamanda en büyük günah olarak da tanımladığı bu durumda, insan kendi olmak için Tanrı’ya bağlanmalıdır. Kendi haline gelemeyen ise hep umutsuz olur. Günahı bir olumsuzluktan ziyade bir “konum” olarak tanımlayan Kierkegaard'da günahın özü tıpkı Sokrates’te olduğu gibi “Bilmemek” olarak karşımıza çıkmaktadır.

Öne sürdüğü tüm tezler sadece inanç alanına dâhilmiş gibi görülüp teolog damgası vurulan Kierkegaard, düşünce ve inanç arasındaki keskin sınırı çizmesi, varoluşun sadece akılla mümkün olmadığını belirtmesi ve varoluşun ayrılmaz bir parçası olan tinselliği öne çıkarmasıyla önemli bir varoluş filozofu olduğunu da kanıtlamıştır kanımca. Varoluş kavramını ilk kullanan filozof olarak kendinden sonra bu alanda çalışan tüm filozofların düşüncesini miras alması da bunu ispatlar niteliktedir.

Bu zamana kadar bahsedilen Kierkegaard felsefesinin tüm kavramlarını ayrıntılı bir biçimde bulabileceğimiz “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” Türkçe felsefe literatürüne yeni bilgiler eklese de eserin çevirisinin bu kavramların tartışılmasını engelleyebilecek bir nitelikte olduğunu düşünüyorum. Aynı eseri Türkçeye daha önce de Ayrıntı Yayınları bünyesinde çeviren M. Mukadder Yakupoğlu’nun çeviride kullandığı dil ve terminoloji felsefi olarak eserin içerdiği anlamı kısırlaştırmakta ve felsefi anlamda en çok da hatipliği ile tanınan Kierkegaard’a büyük bir haksızlık içermekte. Okumayı ve anlamayı güçleştiren kavramların( gücül, gerekircilik...) montaj tekniğiyle esere iliştirilmesi bir yana, yapılan en büyük hata eserin orijinal ismine sadık kalınmaması olmuş. İngilizce ve diğer dillere “Ölümle Sonuçlanacak Hastalık” olarak çevrilen (ki iki başlık arasında mantık olarak çok büyük farklar var) bu önemli eserin Türkçe çevirisinde alt başlığa da yer verilmemesi( Dinsel Canlandırma ve Uyanış için İsevi Ruhbilimsel Bir Anlatı) eserin iletmek istediği asıl mesajı gölgede bırakmaktan başka bir işe yaramamış. Bana göre Kierkegaard üzerine yapılan teolog/filozof tartışmasına girmemek için çıkartılan bu alt başlık, tam da içerdiği anlam ile bu tartışmaları sonlandıracak niteliktedir.

Bir şeyden umutsuzluğa düşmenin gerçek umutsuzluk sanıldığı çağımızda, asıl umutsuzluğun insanın kendinden umutsuzluğa düşmesi olduğunu kulağımıza fısıldayan Kierkegaard, Modern dünyanın psikoloji, psikoterapi gibi alanlarda çözüm aradığı “Ölümle sonuçlanacak Hastalık umutsuzluğa”  felsefi bir pencereden bakma olanağı sağlamaya devam ediyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Felsefe Yazıları

“Ve bugüne kadar istisnasız bütün devletlerin... nihai amacı olan ebedi barış, kötü savaşları bitirmemizi ve kendisine ulaşmak için en uygun görünen (belki de bütün devletlerin tek tek ve tümden cumhuriyetleşmesini sağlayan) bir anayasa kurmamızı talep eder.

“Girit’e kaçmak, Girit’te yaşamak, Atina’da ölmenin alternatifiydi. Fakat Sokrates Atina’da ölmeyi seçti. Sokrates, Girit’e felsefeyi sokmak uğruna yaşamını korumaktan ziyade, Atina’da felsefeyi korumak uğruna yaşamını feda etmeyi tercih eder. Eğer Atina’da felsefenin geleceğine ilişkin tehlike o kadar büyük olmasaydı, Sokrates, belki de Girit’e kaçmayı seçerdi.

“Sanat eleştirisi öğretmekle geçirdiğim uzun yıllar beni şuna ikna etti ki, bir imgeyi değerlendirmenin en iyi yollarından biri onu gözlemlemek ve üzerine düşünüp konuşmaktır. Sanat eleştirisi bunu gerektirir ve bu kitabın derdi de bu.

“Fotoğraf felsefesinin amacı, insan ve aygıt arasındaki mücadeleyi fotoğraf alanında ortaya çıkararak, sözkonusu karşılığa olası bir çözüm aramaktır”

“... nesnelerin beni (özgür bir varlığı) nasıl etkilediği asla anlaşılır şey değildir. Ben yalnızca nesnelerin nesneleri nasıl etkilediğini kavrarım. Ama ben özgür olduğuma göre (ve ben, kendimi nesnelerin bağıntısı üzerine çıkarıp, bu bağıntının kendisinin nasıl olanaklı olmuş olduğunu sormak suretiyle olanım), ben asla hiçbir şey, hiçbir nesne değilim.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.