Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

''Evin İçinden Dünyayı Görmeye Çalıştık''



Toplam oy: 108
Fatma Barbarosoğlu ve Nazife Şişman bugünlerde enteresan bir “sohbet” kitabı yayımladılar. Küresel pandeminin bizi evlerimize kapattığı günlerde, enformasyonun imkânlarını kullanarak da olsa evi konuştular. Fakat özellikle belirtmem gerekir ki Evin E Hali (İnsan Yayınları) sadece ev kavramıyla sınırlı değil; eğitim, iş, alışveriş, siyaset ve gündelik hayatımıza dair önemli tespitlerin olduğu sıcacık bir kitap. Kitapta olduğu gibi yine ikisiyle bir röportaj yapalım dedik ama bu sefer soruları ben sordum…

Yazarların ve sinemacıların birbirleriyle mektuplaşmalarının kitaplaşmasına aşinayız. Karantina Günlerinde Evin E-Hali de böyle bir kitap, yazışmalardan ortaya çıkmış. Ama gerekçesi fazlasıyla kendisine has. Fikir nereden ve nasıl ortaya çıktı, biraz anlatabilir misiniz?

 

Nazife Şişman: Fikir tamamıyla Fatma’ya ait. Ben sadece gösterimde olmayan bir filmin şifresini paylaştım, filmi eş zamanlı izledik ve hakkında konuşmaya başladık. Sonrasında... Burada sözü kendisine bırakayım, o anlatsın.

 

Fatma Barbarosoğlu: Her şey sessizliğin içindeki karantina günlerinde “o filmi”, seyretmemizle başladı. Murat Pay’ın Dilsiz filmi kalbimize şifa gibi geldi. Üzerinde çok konuştukça bunları yazılı hale getirelim dedim. Yazdıkça arkası geldi. Yazdıkça duyguların kaydını tutmak konusunda, gezegenimizin kırgın baharının, 2020 baharının ev zamanını merkeze almanın önemli olduğuna Nazife’yi ikna ettim ve elinizdeki kitap doğmuş oldu.

Karantina yaşamımızın bir rutinine dönüşmüştü ve aslında evde kalmak üzerine de çok düşünmemiştik. Kitap, bunu sorgulayan bir cümleyle başlıyor: Evde olmak ile kalmak arasındaki fark… Başka nasıl sorgulamalarla karşılaşacak okuyucu?
Nazife Şişman: Bizzat içinde yaşarken olmakta olan üzerinde düşünmek ayrı bir dikkat ve çaba gerektiriyor. Herkes “büyük resim” peşinde iken, gündelik hayatın fragmanları üzerinden sorduk sorularımızı. Mesela Zoom görüşmelerindeki kütüphane arka planı gibi ayrıntı bir konu. Fatma’nın yıllardır gündelik hayat çalışması ve öykücü ve romancı hissiyatı, “evin içinden” “dünya”yı görmemizi sağlayan sorgulamaların “ebesi” oldu.
Fatma Barbarosoğlu: Evde olmak, ev zamanını kendine has bir şekilde yaşamak demek. Eşikten geçince herkesin kendine has zaman idraki başlar. Evde kalmak ise bir kapatılmışlık hali. Evlerin kendine mahsus ikliminin uzaktan imha edildiği bir süreç. Evlerin ev olarak kalması için her ahval ve şeraitte evde olmaya sebat etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Okuyucu hangi sorgulamalarla karşılaşacak? Her okuyucunun sorusu ve sorgusu kendine mahsus olacaktır diye düşünüyorum. Bu kitap gündelik hayat üzerine daha çok kişinin düşünmesine bir davet olursa çabamız yerini bulmuş olacak inşallah.

Karantina günlerini neden unutmamalıyız peki? Eve kapanmak bize ne öğretiyor?
Nazife Şişman: Unutmak çoğu zaman bir nimettir. unutmasak yaşamaya devam edemeyiz. Ama yaşadıklarımızın ibret damarını beslemesi için unutmamalıyız diğer taraftan. Savaşlar ve salgınlar, toplum ve ilişkiler üzerinde, hayat üzerinde köklü değişimlere sebep olur. Karantina günlerinde hayatımıza pek çok yenilik dâhil oldu. Mesafeli sosyal ilişki, zaten var olan ayrımcılığa bir de “virüslü” etiketinin ilave olması, sağlık ve hijyen üzerinden devlet kontrolü... Neyin, nasıl değişip dönüştüğünü görebilmek için karantina günlerinin kaydının tutulmasına ihtiyacımız var.
Fatma Barbarosoğlu: Hepimizin bir şekilde NLP propagandasına maruz kaldığı, “Yeter ki sen iste” saçmalığının hükümranlığını ilan ettiği 21. yüzyılda, “virüsün” imkan verdiği ölçüde “hayata katılma/ hayatta kalma tatbikatı”nın içine düştük. Doğal ve korkusuz olarak bir arada olmayı unuttuğumuz günlerdeyiz. Hayat, unutmak ile hatırlamak üzerine kurulu bir denge. Teknolojinin hayatımızdaki hükümranlığının giderek daha hızlı bir şekilde arttığı günümüzde, unutmak bir hastalık. Alzheimer kişinin dünyaya ve kendi bedenine dair bütün bilincini yitirmesi. Unutmamak için yaşanılanları tecrübenin hanesinde muhafaza etmek önemli diye düşünüyorum. Ve içinde bulunduğumuz bu maskeli günlerde, birbirimizin yüzünü unutuyoruz. Ötekinde kendimizi görme yordamını unutuyoruz.
Sebep karantina günleri olarak görünse de, kitap aslında uzun bir entelektüel sohbet. Dolaylı olarak çok şey okuyor ve öğreniyoruz. Bunlara bir filmin vesile olduğu anlaşılıyor. Ama sanırım bahsedilen konuları da hazır burada genişletmek gerekiyor: Hangi meseleler var kitapta?
Nazife Şişman: Bir değil, iki film üzerine, Murat Pay’ın Dilsiz’i ve Semih Kaplanoğlu’nun Bağlılık Aslı’sı üzerine konuştuk. Bir de Jack London’ın distopik bir gelecek hikâyesi olan Kızıl Veba üzerine... Covid-19’un en fazla etkilediği kesim olarak korumaya alma ile gözden çıkarma arasında kalan yaşlıları, yüz yüze hasbihalin olmadığı dijital bayramı, “evde kal”anları, kalamayanları, karantinanın sosyal medyaya yansıyan yüzünü...
Fatma Barbarosoğlu: Kitapta, kendi bireysel zamanımız ile toplumsal zamanı bir arada ele almaya çalıştık. Luppo alan adam üzerine de konuştuk, gezegendeki “entelektüel pornosu kütüphane” tartışmalarına da odaklandık, ama bu odaklanmayı yapan iki kadın olduğu için kadınların ev zamanı kendiliğinden merkeze oturdu diyebiliriz.


Karantina günlerinde kapalı kalmanın ve kendi kendine olmanın büyük sorgulamalara sebebiyet verdiğini düşünüyor musunuz?

Nazife Şişman: Kendi kendine kalmak ile yalnız kalmak arasında çok önemli bir fark var. İnsanların çoğu karantinadaki zorunlu yalıtılmışlığı yalnızlık olarak yaşadı. Sonuç psikolojik sorunlar, travmalar... Ama kendi kendine kalma fırsatı olarak değerlendirebilenler için, bir muhasebe imkânı olması beklenir elbet. Coronavirüsü “Karun-virüs” olarak okuyup “dünya” ile münasebetini yeniden düzenleme fırsatı olarak değerlendirmek de imkân dâhilinde.
Fatma Barbarosoğlu: Normalin dışına çıkıldığında herkes kendi kumaşına göre “yeni normal”i idrak eder. İdrak sürecinde meşrepler, mizaçlar, kazanımlar devreye girer. Kumaşı yatkın ise sınırlarının farkına varmak kişiyi zenginleştirebilir, ölmeden evvel ölmek bahsini tekrar tekrar düşünebilir. Ama kişi narsist kültür ile ziyadesiyle barışık bir hayat yaşıyorsa, karantina günleri onun kendi bencilliğine katkı olarak da iyi bir imkân sunmuştur. Bu bütün zamanlarda üç aşağı beş yukarı böyleydi.

Covid-19’un aslında çok ciddiye alınması gerektiğinin dolaylı vurgulamalarını gördüm kitapta. Tıpkı Ortaçağ’ın kara vebası gibi, algılayışımız ya da yaşantımızda büyük dönüşümlere sebebiyet vereceğini mi söylemek istiyorsunuz?
Nazife Şişman: Büyük dönüşümlere sebebiyet verdi bile diye düşünüyorum. Mesela... Her şeyi “uzaktan” yaşayacağımız bir dünya için teknolojik alt yapı hazırdı, pandemi süreci bu uygulama için bir fırsat oldu. Eğitimin, işin, alışverişin uzaktan icra edildiği bir dünyada ekonomi, sosyal ilişkiler, iletişim pek çok şey yeniden şekilleniyor. Bütün bunlar olurken siyasi ve ahlaki tercihler ne kadar etkin ve müdahil olabilecek? Asıl mesele bu.
Fatma Barbarosoğlu: Pandemi, hastaların ve hasta yakınlarının dışında ticareti, eğitimi, sosyal ilişkileri kısaca mekân ve zaman tasarrufunu değiştirip dönüştürdü. Dar gelirli ailelerin çocuklarının eğitimde eşitlik imkânını yeniden yakalaması pek mümkün gibi görünmüyor. Türkiye üzerinden konuşacak olursak dar gelirli ailelerin çocukları, taşradaki çocuklar eğitimden koptu. 2020 baharının ve yazının, kamusal alanın çehresinin büzüştüğü bir zaman dilimi olarak kaydının tutulması gerekiyor. Yolculukların gidişatı değişti. Dünya birkaç kişi için “küresel imkân” olarak kalmaya devam edecek, ama milyarlarca insan olduğu yere mahkûm bir hayat yaşamanın eşiğine gelecek. Bir kişiye bin pay bin kişiye hiç pay bütün hızıyla üzerimize doğru geliyor. Pandemi sürecinde küresel aktörler servetlerini katlarken milyonlarca insan işsiz kaldı, kalmaya da devam edeceğe benziyor. Toplumsal duyarlılıkların ayakta kalmasını sağlayacak iklim giderek uzaklaşıyor.

“Karantina günleri ‘yeni bir hayat’ değil, ‘tünelin sonundaki ışığın görünmediği hayat’ olarak evdeki kadının omuzlarına bindi” diyor ve aslında gene çok fark etmediğimiz temel bir sorunu özetliyorsunuz… Ama gene de bundan biraz bahsedelim istiyorum: ‘Covid-19 ve kadın’ sorusunu ortaya attığımda, neler söylersiniz?
Nazife Şişman: “Evde kal”ma günlerini pek çok kadın “ağır ev kadınlığı” mesaisi yaparak geçirdi. Çünkü herkes evdeydi, ev işi yükü arttı. Diğer taraftan okul, anneanne/babaanne, etüt merkezleri ve sokak gibi çocuk bakımında/meşgul edilmesinde kadınlara destek olan mekanizmalar ortadan kalktı. Ev işlerinde daha önceden alınan yardımcı/temizlikçi gibi destekler alınamadı. Orta sınıf çalışan kadınlar “uzaktan” çalışmanın tanımsız mesai yükü altında kalırken, alt sınıftan ağır işlerde çalışan ve “evde kal”amayan kadınlarsa riskli ortamlarda çalışmaya devam ettiler ve çocuklarının “uzaktan eğitim”ini organize etmeleri de yine onlardan beklendi. Yani içinde bulunulan durumu sosyal medyadaki “evim evim güzel evim” etiketi ile paylaşılan fotoğraflardan okumamız pek mümkün değildi. Ev/iş, kamusal/özel ayrımları değişip dönüşürken evdeki işbölümünün çok da fazla değişmemiş olduğunu gösterdi Covid-19 süreci.
Fatma Barbarosoğlu: Nazife genel hatları tasvir etti. Ben maske ve hijen meselesinin ev halini hatırlatayım: Kadınlar maske ve hijyen konusunda daha titiz, erkekler duyarsız. Her evde babalar ve kızları; beyler ve hanımları; oğullar ve anneleri arasında maske ve hijyen tartışması yaşanıyor. Hayatın sürekliliği ve “yeni normal” denen şeyin sürdürebilirliği kadınların boynuna. Covit 19’dan ölenlerin çoğunlukla erkekler olduğu söylendi salgının ilk aylarında. Şimdi son durum ne bilmiyorum. Ama erkek ölümlerinin çokluğunda erkeklerin kamusal alan paylaşımı kadar, tedbir konusundaki gönülsüzlüklerini de dikkate almak gerekiyor diye düşünüyorum. Velhasıl hayatın “yeni normal” şartlarda sürdürülebilmesinin ağırlıklı yükü kadınların omuzunda. Bu sene ilkokula başlayacak çocukların okula başlayıp başlamamasını babalardan daha çok anneler dert ediyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.