Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Fikirleri Gözyaşlarına Dönüşmüş Adam: Cioran



Toplam oy: 108
“Cioran Etkisi denecek kadar özerk bir yazısı olan, bazen monolog, bazen tutkulu bir münacaata dönüşen metinlerinin birinde Cioran bir dua gibi sorar; ‘bir gün azizlerin gözyaşlarında parlayabilecek kadar saf ve temiz olacak mıyım?’ Fikirleri gözyaşlarına dönüşmüş birinin kiri ancak bu kadardı belki. Tanrı’sının gözünden düşen bir damla kadar.”

-Bizet’in Je Crois Entendre Encore isimli aryası eşlik edebilir bu yazıya-

 

Bazı cümleleri kurmaktan korkuyorum. Fakat her defasında güzelliklerine mağlup oluyorum. Peki sen de ağlar mısın Tanrım? Kızma… İçimin sesini nasıl saklarım senden? Yağmuru senin gözyaşların diye gördüğüm zamanları da saklayamam. Aşk mektubu yazar gibi heyecanlıyım işte. Sayısı ruhlar adedince olan Tanrı tasavvurlarından birini, Tanrısının gözyaşına dönüşmüş birisini yazacağım. Sağanağa dönmüş fikirleri altında: “Ben hiç ağlamadım çünkü gözyaşlarım düşüncelere dönüştü.” diyen Emil Cioran’ı.

“Cioran etkisi”
“Filozof, deneme yazarı ve retorik sentezcisi”nden başka birçok yakıştırma yapılır ona; “alaycı bir bilge, metafiziğe çok az bulaşmış bir mezarcı, ilahi bir yargı sonucu melankolik olmuş biri, ölü doğmuş bir uyanık…” Onun, üslubunun ve varoluşunun tanımlanmasının böylesine güç oluşu literatüre de giren “Cioran Etkisi” yüzündendir. Çünkü ona göre “üslup yaratılmaz, insan onunla birlikte doğar.”
25 yaşında Rumence kaleme aldığı ve en önemsediği eseri olarak nitelendirdiği kitabı Gözyaşları ve Azizler’i (Lacrimi și Sfin'i) yaklaşık yarım asır sonra Fransızca olarak revize eder Cioran. İkinci düzenlemede otuz yerde geçen Tanrı kelimesini çıkaran Cioran’ın metninin bu yarım asırlık dönüşümü birçok yönüyle enteresandır. Rumence minör bir metinken Fransızca majör bir metne dönüşen yeni basım; genç bir azizden nihilist bir pesimiste evirilen, felsefi serüvenin henüz başında genç Cioran ve yarım asır sonraki yaşlı Cioran arasındaki farkı gözler önüne seriyor. Okur, iki metnin ve iki Cioran’ın mukayesesini yapma şansına erişiyor ve bu iki versiyon onu sevenlere eşsiz bir deneyim sunuyor.
Tanrının kalemini çalmak
Cioran düşüncesinde Tanrıyla olan münasebet mühim bir yerde durur. Her tanrı versiyonunun otobiyografik olduğunu söyleyen Cioran, “Tanrının bizim kendi yorumumuz olduğunu” söyler. Cioran’a göre Tanrıyı düşünmeyen kendine yabancı kalır. “Çünkü kendini tanımanın tek yolu Tanrıdan geçer ve dünya tarihi onun aldığı biçimlerin tanımlanmasından başka bir şey değildir.” Tanrıyla olan mücadele, kimi zaman aşk ve nefret tezatlığında seyrederek Cioran’da kendi karakteristiğine ulaşır. Boyun eğmeyen ruhun tek bir düşman tanıdığını ve onun da Tanrı olduğunu söyler.
Tanrıdan nefret etmeden Tanrıyı sevmek mümkünsüzlüğünden bahseder ve insanın kendi olma serüvenini ancak Yaratıcı’yı küçümsemekten bahsedilen oranda mümkün olabileceğinden bahis açar.
“Tanrı fikri en pratik ve en tehlikeli fikirdir. İnsanlık bu fikirle kurtulur ya da kaybolur.” der Cioran. Tanrısal olanla ayartılmaz mı insan hep? Tanrının sıfatları birinde/bir şeyde tezahür etmeyegörsün, başı döner insanın. Son söz, son hüküm, hikâyenin sonu tanrısal bir haz verir bu yüzden hep. Tanrısal hazzın zerresini tadan; akıbeti yazmaya kalkışır son gülen olacağını sanan o şen kibirle. Oysa ister komedi, ister dram olsun Tanrının kalemini çalanların mutlak akıbeti hep trajedidir.
Oysa kibir, en büyük hırsızlık değil midir? Diğer tüm hırsızlıklar insanlardan yapılırken kibir Tanrıdan çalınır. Tanrıdan bir parça olduğumuz bilgisiyle tanrılık taslamak tanrısal bir cezalandırmayı müstahak kılar. Ceza, tanrısal parçacık hatırlatmasıdır ve tanrılık taslanan yere gelir. Parçalayıcılığı ise; ıslah ya da helâk olana dek sürer. “Yalnızca Tanrıya ait olan sorular”ı kendimize sorabilir ama başkalarına soramayız. Hüküm vermenin şehvetiyle tanrının sorularını çalarak kendine aforoz yetkisi bahşedenler, başkaları vesileyle tanrısal cezalandırılmayla sorguya çekilirler. Islah, kendimiz yerine başkalarından başladığında bu “tanrının soruları”nı çalmak ve tanrılık taslamak olduğundan ceza başkaları aracılığı ile gelir. Oysa kendimizden başlasaydı şifayı da kendimizde bulmaz mıydık?
Tanrının açık yarası: İnsan kalbi
Cioran, tanrısallık takıntısının dünyevi sevgiyi yok ettiğini düşünür ve bunu çarpıcı bir örnekle misallendirir. Kadını ve tanrıyı, birlikle, tutkuyla sevmenin imkânsızlığından bahseder. Bu iki erotiğin birleşiminin sonsuz bir dalgalanma yaratacağını düşünür: “Bir kadın bizi Tanrıdan kurtarabilir, aynı şekilde Tanrı da bizi bütün kadınlardan kurtarabilir” der. Bu yüzden tanrısal aşk, ölümsüz aşkın varlığına iman ederken; beşeri aşk “ömürsüz aşk yoktur” der. Aşk tasavvuru tanrısal olanlar, hiçbir insana bu yüzden âşık olmazlar. Tanrısal olan şeyi yalnız Tanrıya layık görürler. Bu âşka bir reddiye değil, beşeri âşk tasavvuruna bir tahkir; Tanrıya ise ilan-ı âşktır.
Cioran’ın gözyaşıyla münasebeti, acı üzerine gözyaşıyla yapılmış bir felsefeyi de getiriyor beraberinde. Acı, tekâmüle vesile olan, bir üst mertebeye terfi ettiren basamak sanki. Kalp, acıdıkça güzelleşir. Ruh, acıdıkça derinleşir. Beden, acıdıkça güçlenir. Akıl acırsa, delirir. Cioran, Hristiyanlığı tümüyle bir gözyaşları krizi olarak görerek ondan bize kalanın yalnızca acı olduğunu söyler. Belki de bu yüzden insan kalbine “Tanrının açık yarası” yakıştırmasını yapar. Tanrının açık yarası olan insanın kalbi, ağlamakla rutubet tutar. Öyledir belki, ağlamak biriktirmek ve ağlayamamak kalbi rutubetlendirir. Sonra çürüme başlar; kalp çürümesi.

Cennetten düşüşün müziği
Müziği, evrenin son tezahürü; Tanrıyı ise müziğin son tezahürü olarak görür Cioran. Kitabında sıkça zikrettiği Nietzsche’nin, “gözyaşları ile müzik arasında bir ayrım yapamıyorum” sözü ilham vermiş olacak ki gerçek müziğin “cennet düşüncesinin verdiği düş kırıklığından doğduğu için, ağlamalardan” çıktığına varır Cioran. Klasik müziği tanrısallığın bir aracı olarak görür. Bilhassa Bach, Handel onun bu tinsel sesi duyduğu isimlerdir. Handel’in, eseri “Mesih”i bestelediği sırada kendini gökyüzünde hissedişini vurgulayan Cioran, ancak eserini bitirdikten sonra yeryüzüne indiğinden bahseder. Bach’a kulak verdiğimizde ise Tanrının filizlendiğini göreceğimizi söyler. Cioran’a göre “Bach’ın eserleri tanrısallık yaratır.” Ezeli Mağlup’ta Bach’a yaptığı bu tinsel taltifler neredeyse gökyüzüne erişir. Bach olmasa Tanrının üçüncü sınıf bir tip olduğunu, evrenin başarısızlığa uğramadığı izlenimini veren tek şeyin Bach olduğunu söyleyen Cioran, Bach’ın öbür dünyadaki yokluk fikrini tehlikeye attığını söyler. Ve Bach olmasaydı mutlak bir nihilist olacağını…

Tanrının dokunuşu: Gözyaşı hermeneutiği
Bir mektup mürekkebi olarak kan mı daha vurucudur yoksa gözyaşı mı? Sanırım ben en çok gözyaşı mürekkepli mektupları seviyorum. Gönlü kabarmış sayfalara, muhayyel harflerle akan, ağlamayı bilmiş gözlere yaş mektuplarını. Cioran’ın yazısı böylesi bir mektuba benziyordur belki de. Çoğu filozof ve yazarda olan, kimi zaman bir takıntı haline dönüşen anahtar kavram ya da imge Cioran’da gözyaşına tekabül eder. Belki de bu yüzden “kökenlerini ve olası tüm yorumlarını keşfetmeye çalışacak bir gözyaşı hermeneutiği” düşündüğünden bahseder.
Azizliği “sapkınlık, ilahi bir kötülük” olarak tanımlayan, aziz olmayan, ağlayamayan bir adam; azizlerin gözyaşını anlayamaz mı? Cioran “Azizler ağlar, ben onların gözyaşını şerh ederim” derken gözyaşını felsefi bir kavram olarak ele aldığını işaret eder. Gözyaşına tinsel bir değer atfederek, gözyaşı tükendiğinde Tanrı arzusunun da yok olacağını söyler. Yer yer monolog, tutkulu bir münacaat ve tezatlarda raks haline gelen fikir ve sayıklamalarında Cioran bir dua gibi sorar; “bir gün azizlerin gözyaşlarında parlayabilecek kadar saf ve temiz olacak mıyım?” Fikirleri gözyaşlarına dönüşmüş birinin kiri ancak bu kadardı belki. Tanrısının gözünden düşen bir damla kadar.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.