Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İnsan kalabilmek adına: Direniş!



Toplam oy: 770
Bernard Malamud
Epsilon Yayınları
Romanın kahramanı Yakob'un yerine isterseniz Hrant Dink, isterseniz Pınar Selek'i koyun. Mirzabeyoğlu da olabilir, yargısız infazlarla katledilen, işkencehanelerde öldürülen yüzlerce devrimci de.

1970'ler, orta okulda olmalıyım, senede bir kaç adet alınan çocuk kitapları yetmiyor, evdeki sınırlı sayıda kitaba da sıradan girişmiş durumdayım. Bernard Malamud'un Kiev'deki Adam’ı da bunlardan. Sayfalar ilerliyor (Bu arada Kiev neresidir, Yahudi kimdir, nedir?) bir tasvir ile karşılaşıyorum: Romanın kahramanının yıkanırken gözetlediği kızın bacaklarından bir kan sızıyor, ve onun üzerine bir temizlik, kirlilik muhabbeti dönüyor. Henüz regl nedir bilmiyorum ve bu bilinmez kan, hayatımın küçük edebi travmalarından birisi oluyor. Yıllarca sahaf larda kitabı gördüğüm zaman o sahneyi hatırlıyor ve bilinmeyen karşısında yaşanan o tedirginliği yeniden hissediyorum. Kitaptan geriye Yakob adlı bir Yahudinin Rusya'da işlemediği bir cinayetten ötürü tutuklanması kalıyor aklımda.

 


Geçenlerde pek kıymetli ve otoriter editörüm Elif Hanım arayarak, uygun bir dille Malamud'un Tamirci isimli kitabını yollayacağını, okuyup yazmamı rica ediyor. "Aha!" diyorum, "Kiev'deki Adam olmalı bu!"; okudum diye tekrar dönüp bakmadığım bu kitabı yeniden okumak ilginç olabilir. Kontrol ediyorum, orijinali The Fixer adı ile yayınlanmış, ve benim 40 yıllık Kiev'deki Adam'ım artık Tamirci oluvermiş!


Karışık duygular içerisinde bu yeni baskı ve çeviriye eklenen J. Safran Foer'in güzel önsözünü de okuyarak başlıyorum, birkaç sayfa sonra gerçek bir mücevher ile karşı karşıya olduğumun ayırdına varıyorum. Sonrası bir romanseverin her zaman düşlediği, zaman zaman hiç bitmesin, zaman zaman da ne olacak acaba bir an önce bitsin diye yaşadığı o harika “romanda-yaşama” süreci.


Foer'in de belirttiği gibi Tamirci iyi ve muazzam bir kitap. Adaletin sorgulandığı şu dönemde yayınlanmış olması bilinçli bir tercih mi, yoksa tesadüf mü bilemiyorum ama iyi bir romanın olmazsa olmazlarından evrenselliği nasıl da onikiden vurduğunu net olarak görebiliyoruz. Romanın kahramanı Yakob'un yerine isterseniz Hrant Dink, isterseniz Pınar Selek'i koyun. Mirzabeyoğlu da olabilir, yargısız infazlarla katledilen, işkencehanelerde öldürülen yüzlerce devrimci de. Veya siyasi meşrebinize göre Ergenekon'dan istediğiniz ismi de yerleştirebilirsiniz. Kopkoyu bir Yahudi düşmanlığının yaşandığı "vahşi hurafeler ve gizemli görüşlerle dolu bir Ortaçağ şehri" olan 1900'lerin başındaki Kiev ve Rusya, 1990'ların, 2000'lerin İstanbul'una, Türkiye'sine ne kadar benzeyebilir? Bu sorunun yanıtını okuduktan sonra siz verin. Yıllarca çıkmayan iddianameler, uyduruk suçlamalar, gizli tanıklar ya da yalancı şahitlere dayandırılarak yapılan tutuklamalar, hapishanedeki baskılar, hurafelerle delirtilmiş bir kamuoyu , onu başarı ile manipüle eden devlet ve hükümet görevlileri, insanın çaresizliği, ideoloji, din, gericilik, kin, ırkçılık! Ve tüm bunların karşısında kimsesiz, yapayalnız, yarı cahil bir insanın, sapıtmış insanlık karşısında, o insanlığın geleceği için, insan kalabilmek adına muazzam direnişi!

 

Spinozacı Tamirci

 


Yakob Kiev kırsalında yaşayan eğitimsiz, dini inancı olmayan, yolu bir şekilde Spinoza ile çakışmış, onu okuyup anlamaya çalışan fakir bir tamircidir. Bir drahoması bile olmayan karısı, bir türlü çocukları olmadığı için artık onunla sevişmediğini bahane ederek başka bir erkekle kaçmıştır. Mutsuz ve çaresiz Yakob, geçmişini geride bırakarak ihtiyar bir atın çektiği arabası ile yeni bir gelecek için Kiev'e doğru yola çıkar. Kiev'de iş ararken bir gece yolda düşmüş, sızmış bir ihtiyar ile karşılaşır. Adamın yakasında Yahudi karşıtlarının rozetini görmesine rağmen yardım eder, evine kadar taşır. Adam, bir ayağı sakat kızı ile yaşayan bir tuğla fabrikası sahibidir, kendisini bir Rus olarak tanıtan Yakob'un iyiliğine karşılık vermek ister.

Önce boya işleri sonra fabrikasında muhasebe ve kontrol işleri.  Ancak fabrika Yahudilerin yerleşmesi ve çalışmasının yasak olduğu bir bölgededir. Yakob epeyce tereddüt eder bu oyunu oynamaya devam edip etmemek, risk almak konusunda. Çaresizlik olası risklere galebe çalar, tekifi kabul eder. Kısa zamanda kontrolü eline alır, patronunun övgüsünü kazanır. Bu arada bir başka yalnız ve çaresiz insan, patronun kızı, Yakob'la yakınlık kurmaya çalışmış, ancak Yakob bir noktadan sonra iletişimi koparmıştır. Öte yandan fabrikadaki ustabaşı ve diğer çalışanlar Yakob'un kendi düzenlerini bozmasından, hırsızlıklarını engeller hale gelmesinden son derece rahatsızdırlar.


Yakob bir gece mezarlık civarında çocukların taşladığı yaralı, ve ihtiyar bir Yahudiye rastlar; ona da yardım etmekten kendisini alıkoyamaz. Sokakta bırakmaya gönlü el vermez, gizlice fabrikadaki odasına götürür. Tam da bu olayın akabinde 12 yaşında bir erkek çocuğunun bir mağarada onlarca kere bıçaklanmış cesedi bulunur ve cadı avı başlar. İhbarlar üzerine cinayet sanığı olarak Yakob tutuklanır. Bibikov adında bir sorgu yargıcı dışında, tüm polis, yargı, ve kamuoyu kararını önceden ve kesin olarak vermiştir: bu Yahudilerin işlediği bir cinayettir. Onlara atfetikleri dinsel ritüel uyarınca çocuğun bütün kanını akıtmışlar ve hamursuz yapmak için kullanmışlardır, bu işi yapan da Yakob'dur.

 

Değişen bir şey yok


Tüm dinsel dogmalardan kaçan, kendi çapında Spinozacı, fakir ve kimsesiz tamirci Yakob, devasa bir ideolojik, dinsel ve bürokratik cenderenin içine sıkışmıştır. Bu cinayeti kendisi ya da Yahudiler adına kabul etmesi için her türlü maddi ve manevi işkence yapılacak, şantaj, tehdit, yine Yahudiler olmak üzere, başkasının üzerine suçu atması şartıyla tahliye teklifi gibi akla hayale gelecek her türlü zulümle karşılaşacaktır. Yakob, dini dogmalar, ırkçılık, milliyetçilik ve hurafelerle yoldan çıkmış, şaşırmış, delirmiş kitlelerin karşısında tek başına, yapayalnız ayakta kalabilecek midir? Roma'da 1600 yılında engizisyon tarafından diri diri yakılan Giordano Bruno'dan 300 yıl sonra hiç bir şey değişmemiş gibidir. Tıpkı Bibikov'un bir gece yarısı Yakob'u ziyaretinde söyledikleri gibi: "Biz her ne kadar üstünkörü de olsa medeniyetin geliştiğini düşünsek de, karanlık geçmişin ana hatlarında pek değişen bir şey olmuyor. Ne yalan söyleyeyim, artık gelişme diye bir kavrama inanmıyorum." Ancak İnsan yaşıyor ve direniyor, her şeye rağmen! Kafka'ya bu güzel romanı yeniden bastıkları için teşekkürler.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.